Pek istisnâî, pek mümtaz, pek muhterem bir zât-ın, akıl dolu, zekâ fışkıran, sualleriyle karşı karşıya bulunuyoruz; çok çetrefilli, her cihete çekilebilecek bu suallerin, cevaplandırılıp-cevaplandırılmayacağı hususu, her ne kadar tercih ve tasarrufumuza havâle edilmişse de, böylesine, zekîce, akıl dolu, tereddütleri giderici, sualleri cevapsız bırakma hakkımın olmadığı düşüncesiyle, cevaplarken, kuvvetle muhtemel, hata ve kusur’lar’dan dolayı evveliyet’le suallerin müteveccihi, Aziz Kardeşim’den, sonra da bütün okuyucularımızdan affetmelerini dileyerek cevaplandırmaya gayret edeceğim...
Sualler, muhatabını habt’etmek (susturmak), müşkil durumda bırakmak ve istihzâ maksadıyla tevcih edilmemiş ise “İlim kapısının anahtarıdır,” dolaysiyle iyi niyet’le sorulan sualler cevaplandırılmalıdır...
- Aziz Kardeşim, Şeref ŞENYIL Beyefendi. 
Yanlış anlamadıysam, bu yorum, “Çamlıca Cami’i Şerif’i!...” serlevhalı makale üzerine yapılmıştır. Oysa ki, bu yazı’da bahsettiğiniz zât’lar hakkında herhangi bir bahis bulunmamaktadır. Ancak, daha önce, onlarca yıla sârî, binlerce yazıda, her iki zât hakkında görüş beyân edilmiş, isimleri bir şekilde zikredilmiş olabilir. Tahmin ederim, umarım, aynı kaynaktan su içtiğimiz için, bahsettiğiniz zat’lar ve bunlar gibi düşünen diğer bütün zevât hakkındaki görüş ve düşüncelerimiz aynıdır. Bundan böyle, yazılarımızda, bu zevât hakkında daha da dikkatli davranılacaktır. İkaz ve ihtarınız için can-ü gönülden teşekkürlerimi arz ederim... 
Şimdi sırasıyla diğer suallerinizin cevapları: 
HÂLİD-İ BAĞDADÎ: Hicri 1193, Milâdî 1779 tarihinde Irak’ın Süleymaniye şehrine bağlı Karadağ kasabasında dünya’ya geldi. Doğduğu yer’de Berzenc ailesinden Şeyh Abdürrahîm ve kardeşi, Seyh Abdülkerim başta olmak üzere, İslâmî ilimleri tahsil etti. Mantık ve İlm-i Kelâm üzerinde yoğunlaştı, civardaki ba’zı ilim müessesesini dolaştıktan sonra Bağdat’a gitti. Hocası, Abdülkerîm Bercencî’nin ölmesi üzerine Hocası’nın Süleymaniye’deki medresesi’nin mes’uliyetini üstlendi. Bu Medrese’de yaklaşık yedi yıl müderrislik yaptı. 
Bu yıllar’da, Irak’ta ve Süleymaniye gibi Irak şehir’lerinde tasavvufla alakası olan herkes, Kâdirî Tarikatine mensup’tu. Halid-i Bağdadî’nin babası Pir Mikâil’in de, Kâdiriyye Tarikatına bağlı olduğu sanılmaktadır. 
Ba’zı ansiklopedilerde, Halid-i Bağdadî’nin, 1805’te haccetmek maksadıyla çıktığı yolculuk sırasında Medine’de ve Mekke’de rastladığı bir zât dolaysiyle tasavvufa alaka göstermeye başladığı anlatılır, yıllar sonra “Şeyh uçmaz, fakat onu mürid’leri uçurur,” fehvasınca, mürid’leri tarafından, kendisinin isminin başına bir “MEVLÂN”, bir de hikâye uydurmuşlardır. Şöyle ki; “Gûya, Medine’de, Şer’i Şerif’e açıkça ve zâhiren muhalif gördüğü şeyleri, alelacele kınamadığı için, töhmet altında bıraktığı Yemen’li bir zât, kendisini uyarmış! Mekke’ye vardığında, Ka’be’ye giden Halid-i Bağdâdi bu sefer, yüzü kendisine sırtı ka’be’ye dönük bir vaziyette oturan birini görünce, kendisine Medine’de yapılan tavsiyeyi unutarak, Ka’be’ye saygısızlık olarak gördüğü bu tavrı sebebiyle içinden o zâtı kınadı. Bu zâtın kendisine “Allah indinde mü’min bir kulun değerinin Ka’be’nin değerinden daha yüksek olduğunu bilmiyor musun?” demesi üzerine hayret ve pişmanlık duyguları içinde ondan afv diledi ve kendisini mürid olarak kabul etmesini rica etti. Sözkonusu kişi, mürşidinin kendisini Hindistan’da beklediğini söyleyerek onun bu isteğini geri çevirdi. Halid-i Bağdâdî hac’dan sonra Süleymaniye’deki Medrese’deki vazifesine döndü. Bu ansiklopedik bilgi aslâ gerçeği aksettirmiyor: 
Tarikat-i Nakşibendiyye’de, elinde kerâmet zuhur edecek kadar Seyr-i Sülûkini tamamlamış birisinin, Şer’i Şerif’in zâhirine ve sarihine muhalif bir tavır içinde bulunması, hele hele, Kıblegâh olarak, Rabbi’mizin rızasını bağladığı, Allah’ın evine Ka’be-i Muazzama’ya sırtını dönmesi aslâ kabul edilemez. Bırakınız, tasavvuf terbiyesini, Amel’deki Mezhebimiz, Hanefî Mezhebi’nin Büyük İmamı, İmam-ı A’zam, Ebû Hanife Hazret’leri, dünya’nın her neresinde olursa olsun, kıble cihetine ayaklarını uzatarak oturmamıştır, yatmamıştır. Bizler de, o Büyük İmam’ın mukallid’leri olarak aynı hassâsiyeti göstermiyor muyuz? 
Hikâye’nin devamı şöyledir; 1809’da, Süleymaniye’yi ziyaret eden, Mirza Rahîmü’lla Azimabâdî adındaki Hindistan’lı birisi, kendisine, Hindistan’a giderek Dehlili Nakşibendî Şeyh’i, Abdullah-ı Dihlevî’den el almasını tavsiye etti bunun üzerine yola çıkan Halid, İran ve Afganistan üzerinden altı ay kadar sonra Dehli’ye ulaştı. Dehli’de Abdullah-ı Dihlevî ile görüşerek ona intisap etti. Nakşibendiyye’nin Seyr-i Sülûk mertebelerini, beş ayda, (diğer bir rivâyete göre on bir ayda) katetti ve şeyhi tarafından halife olarak Süleymaniye’ye geri gönderildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî tarîkatlarından da irşad için izin verildi. 
Hikâye kendi içinde tenâkuz’larla doludur. Şöyle ki, tarîkat aşkıyla çoşan ve bir mürşid bulabilmek için, haccâ azîmet eden Halid-i Bağdâdi, Medine’de ve Mekke’de karşılaştığı iki zâtta, kerâmet’lerin zuhur ettiğini görmüş, Mekke’deki zât’a, mürid olmak istemiş ve fakat, “Mürşidi’nin kendisini Hindistan’da beklediğini söylediği halde, ancak aradan dört yıl gibi uzunca bir zaman geçtikten sonra, Hindistan’a gitmek aklına gelmiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, Hâlid-i Bağdadî, Hindistan’lı, Mirza Rahîmullah Azîmabâdî ile görüştükten sonra, Hindistan’da varolan, Yoga gibi Hind felsefelerini incelemek ve gerekirse uygulamak için gitmiş olmalıdır. Aksi halde, Abdullah-ı Dihlevî Hazretleri’yle görüşmek ve kendisine intisap etmek için gitseydi, niçin dört sene beklerdi. Nitekim, şöhretini borçlu olduğu, ne öğrendiyse kendilerinden öğrendiği, ailesinden, Şeyh Ma’rûf Berzencî, onun hakkında, “Tahrîrü’l-Hitap Fi’r-red a’lâHâlid-i Kezzap” adlı bir risâle yazarak, devrin Bağdat Vali’i Said Paşa’ya göndermiştir. 
Şeyh Ma’rûf Berzencî bu risâlesinde, Hâlid-i Bağdâdî’yi, sapık, sahtekâr ve yogi olmakla suçlamıştır. 
Halife’lerinden Abdulvahhâb es-Sûsî’yi, bağımsız bir şeyh gibi hareket etmesi üzerine, hilâfetten azletmesi, Sûsî’nin şeyhi aleyhine bulunmasına ve onu ağır şekilde suçlamasına sebep olmuştur. 
Yukarıya aldığımız, ansiklopedik bilgilerde, sık sık, “El almak, halifelik, hilâfet,” kelimeleri geçmektedir. 
Tarîkat-i Nakşibendiyye’de, “El vermek, el almak, halifelik, hilâfet verme” gibi bir durum kesinlikle yoktur.
Zikr-i Hafî-Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de, Tâ ezelden, Nasib-i Ezelisi ile ve Tensib-i İlâhî ile, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve müceddid’ler, İlâhî Takdire uygun olarak, doğar’lar, yaşar’lar, her ne kadar, vârisi oldukları Nebî’ler gibi, İsmet sıfatıyla muttasıf olmasalar da, Pîrânî Himmet ve Rabbânî İnâyet ve himâye sâyesinde, ileride kendilerine intisap edecek insan’ların i’timadını sarsacak seyyi-e ve nakîsa’lardan korunurlar. Onun içindir ki, “İyi’lerin güzellikleri bile Allah’a ve Resûlüne yakın olan’ların (seyyi-e’sidir) kötülüğü’dür,” denilmiştir. 
İmdi! Yukarıda verilen ma’lûmat müvâcehesinde, şunları söyleyebiliriz. 
- Hâlid-i Bağdâdi’nin, Zikr-i Hafî’nin, Tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Âliye, Peygamber’imizden i’tibâren, Haz.Sıddık-ı Ekber radiya’llâhu anh, Efendimizden başlayarak, teselsül eden ve bilâ inkıtâ, Hicrî 13. Asr’ın, (Sizin tesbitinize göre, “Müceddid-i Elf-i Sâlis” (i’tirazım yok), Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî, (EL-MA’RUF Bİ TUNAHANI) Efendi Hazretlerinde mütehî olan, Silsile-i Saâdât ve Silsile-i Zeheb’de yeri yoktur. 
Hâlid-i Bağdâdi, Silsile-i Saâdât ve Silsile-i Zeheb’in 28. Halkası, Abdullah-ı Dihlevî (K.S.) Hazretleri’nin halifesi-halefi değildir. Aslâ hilâfet ma’nasında değil, ama mutlâk selef-halef, bir önceki, bir sonraki olarak, Abdullah-ı Dihlevî (K.S.) Efendi Hazretleri’nin halefi, yâni bir sonraki kutup, Hâfız Ebû Said Sahip (K.S.) Efendi Hazret’leridir. 
Turuk-u Âliye’de, teselsül ve nisbet-i Sahûha esastır. Hazret-i Sıddık-ı Ekber’den i’tibâren teselsül eden, Silsile-i Saâdât-Silsile-i Zeheb’de 28. Halka, 28. Kutup, Abdullah-ı Dihlevî (K.S.) Efendi Hazretleri’ne kadar, herhangi bir ihtilâf sözkonusu değildir. Ne vakit ki, Hâlid-i Bağdâdî, paslanmış bir demir halka gibi, Silsile-i Saâdât’a, Silsile-i Zeheb’e monta edilmeye kalkıldı, ba’zıları için, Nisbet-i Sahiha fesada, teselsül kesin olarak inkıtâ’ya ma’ruz kalmıştır. 
Hâlid-i Bağdâdî’den i’tibâren, her grup kendi silsilesini ayrı ayrı, teselsül ettirmiştir. Ba’zı gruplar, teselsülde, babadan oğula, şıhlık ve feodal sisteme riâyet etmiştir. Ba’zı grupların teselsülünde, masonlar mevcut olup, ba’zı grupların teselsülünde mahkeme-kadı’lık kararıyla şeyh’lik postuna oturtturulanlar vardır. Meselâ bir grubun, Hâlid-i Bağdâdî’nin, Hâlidiye Kolu’nun bir şeyhi olan, Esad Erbilî, 1875 yılında İstanbul’a gelmiş, İstanbul’da, bir müddet Beşirağa Dergahında, bir müddet Çarşıkapısı’ndaki Mollâ Pîri Cami’i’nin müezzin odasında, bir müddet de, Beyâzıd Cami’i’nin meydana bakan bir odasında kaldıktan sonra, Meclis-i Meşâyih azalığına ta’yin edilir. Bu sırada, kendisine bir tekke şeyh’liği verilmesini ısrarla talep eder. O sırada şeyh’lik makamı boş bulunan, Şehremini, Odabaşında bulunan, Kelâmî Dergahı’nın şeyh’liğine tâlip oldu. Ne var ki, kendisi Nakşibendî, bu dergahın şeyhliği Kâdirî Meşâyihine ait olduğundan, bu isteği uygun görülmez. Fakat, çâreler tükenmezdi, bir çâre bulundu... 
Bir formül bulunur. Esad Erbîlî, Kâdirî şeyhi, Abdülhamid er-Rifkânî’den Kâdiri İcâzetnâmesi alarak ibraz eder, edince de, adıgeçen Dergah’ın şeyhliğine ta’yin edilir. 
Ver Külah! Al Külah! Ne fark eder ki, yıllarca, Nakşibendiyye’den olduğunu iddia eden bir zât, Dergah şeyhliği, postnîşin’lik aşkına bir günde Kâdirî şeyh’i oluvermişti. Kendisinden sonraki kutup olduğu iddia olunan zât, Medine-i Münevvere’de vefat ettiğinde, çok zengin ve Medine’de o zâta yakın olmasaydı, Musa Topbaş’ın yerine, yazının başında ismini vermeden, işâret ettiğim zât, şeyh olacaktı. Kapı Cami’in’den bahsettiğinize göre, Konya’daki “ERENKÖY”, mahallesinden haberdar olmalısınız!... 
(Çoook, Çok Özel Cevaplar devam edecek...)