Bundan bir önceki uzun cevaplandırmada, husûsiyle, Zikr-i Hafî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de, “El Verme”, “Halife Bırakma, Hilâfet” gibi hususların sözkonusu olmadığını cevaplandırmaya çalıştım.
Dolaysiyle suallerinizden 2., 3. ve 4. sualler de kendiliğinden cevaplarını bulmuştur. Ancak, betahsis, belirtmek isterim ki, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazret’leri hiçbir kimseyi, halife olarak işaret etmemiştir, yerine herhangi bir halife bırakmamıştır. Dâr-ı Bekâ’ya intikal etmesi üzerine, yâni, Surî-Cismani tasarruf’tan hakîkî tasarrufa geçmesiyle, Anâsır-ı Erbe’adan kurtulmuş olmaları hasabiyle (Hava, Toprak, Su ve Ateş) tasarrufları devam ettiği ve İlâ Mâşâ ALLAH! devam edeceğine göre, zâten, halefe-halife’ye ihtiyaç bulunmamaktadır.
- Bir Mürşid-i Kâmil’in vazifesi, tasarruf görevi sona erer, Nasib-i Ezelî ve Tensib-i İlâhî ile bir başkası tasarrufa başladığında, devrine göre, kendi tercih edeceği yollarla, “Sell-i Seyf (Ma’nevî Kılıcı çeker)” “Bu devirde tasarruf, emânet bizdedir,” der, ehlince ma’lum olan yollarla bunu ispat eder.
Ezelî nasipleri varsa, mürid’ler kendisini bulup o’na kapılanırlar.
Bizim kesinlikle böyle bir arayışa ihtiyacımız yoktur. Medâr Mürşid’imizin tasarruf devam etmektedir ve yukarıda ifade edildiği gibi, İlâ Mâşâ Allah! devam edecektir.
Saygıyla, hasretle her dâim yâd ettiğimiz, Cennetmekân, Beyağabey’imiz, Kemal Kacar Merhûm, Müceddid’in Hakîkî Tasarrufa geçisiyle, Tedrisât Sistemi’nin ve dünyevî hususların tedviri için, İmam-ı Rabbânî Evladı tarafından, bir Büyük, bir Ağabey olarak seçilmiş, irtihaline kadar, yukarıdaki hususlara münhasır olmak üzere, vazife deruhte etmiştir. Kendileri, bu satırların yazarının, def’atle, bizzat ağzından aldığı ve kulakları ile tam, mesmu’u olan şu sözleri tekrarlamıştır: “Ben aranızdan herhangi birisiyim. Benim sizler’den farkım, Hasbe’l-Kader, sizlerden daha önce tanıma ve kendilerine intisap etme şerefine mazhar olmam ve yine Hasbe’l-Beşer, kendilerinin damadı olma şerefine nâil olmamdır. Bunun dışında, benim sizlerden, herhangi birinizden hiçbir farkım yoktur,” İmam-ı Rabbânî Evladına Ağabey’lik ettiği, 41 yıllık zaman içinde, en az 35 yılında, çok yakınlarında bulunmuş birisi olarak, şehâdetimiz o dur ki, hayatı boyunca, bu sözlerine sadık kalmış, ba’zı, tevâguş ve meczup’ların yakıştırmaları karşısında, derhal, infiâl göstermiş, zuhuru muhtemel fitne ateşini anında söndürmüştür.
Muhterem, Şeref Şenyıl Beyefendi,
Suallerinizden, 6.’dan 12.’ye kadar olanlar, birbiriyle çok yakîn ilsakı ve iltisakı olan suallerdir; kabul buyurursanız, Turuk-u Âliye ve Zikr-i Hâfî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye hakkında bütün suallerinize karşılık gelecek bir cevap arzedeyim. Efendim...
Öncelikle, Ashab-ı Kiramı bütün bu değerlendirmelerin dışında tutmalıyız. Zirâ, onlar, Peygamber’lerden sonra, insanoğlu’nun, en şerefli ve en faziletlileridirler. Doğrudan, bilâvasıta, Nur-u İlâhi’nin ve Nur-u Muhammedî’nin mazharı ve ma’kesidirler. Onlar, dâimî murâkabe içinde oldukları için bizler gibi, anlık, murakabe ve râbıta’ya ihtiyaç duymazdılar.
- Turuk-u Aliye, men’şe ve teselsül i’tibariyle, Zikr-i Hafî ve Zikr-i Celî olmak üzere, önce ikiye ayrılır.
Zikr-i Hafî: Resûl-i Ekrem’in, Hicret-i Nebeviyye sırasında, arkadaşı, yakın dostu Haz.Ebû Bekr ile birlikte “Gar-ı Sevr”e sığındıklarında, ta’kip eden Mekke’li müşrik’lerin, mağara’nın kapısına kadar dayandıklarını görünce, Haz.Ebû Bekr radiya’llahu anh Efendimiz, kendisi için değil ama, Resûl-i Ekrem için çok korkmuş ve endişelenmişti. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem, “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir,” diyordu. İşte o anda, Resûl-i Ekrem, Zikr-i Hafî’yi, Haz.Ebu Bekr’e şöyle ta’rif etti. “Gözlerini yum, dilini üst damağına yapıştır, kalbini çalıştır, kalp’ten, gizlice Allah! Allah! Allah! diye zikret,” buyurdu.
- Zikr-i Celî o başka bir vesiyle ile bu kerre, yeğeni, damadı, Haz.Ali Kerre’allâhu Vechehû Efendimize, Nefy-i İsbatı esas alan, Kelime-i Tevhîd, yâni, “Lâilâhe İ’llâh”, diyerek açıkça zikretmesini ta’lim buyurdu.
Zikr-i Hafî yolu, Peygamber’imizden i’tibâren, Sıddık-ı Ekber vasıtasıyla teselsül etmiştir. Zikr-i Celî yolu da, Peygamber’imizden i’tibâren, Haz.Ali Efendimizden teselsül etmiştir.
Zikr-i Hafî yolu, Silsile’nin 15. halkası, kutbu, Silsile’nin, Abdü’l-Hâlık Gucdüvâni (K.S.)’den sonra 2. Kutbu’l-Aktab’ı, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.) Efendi Hazretleri’ne nisbeten, Nakşibendiyye olarak zikredilmeye başlanmıştır. Zikr-i Celî yolu da, es-Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri’ne nisbeten, “Kâdirî’lik” olarak anılmaya başlanmıştır.
Bu iki kanal’dan neş’et etmek ve bu yollara sadık kalmak kaydıyla, zaman zaman, mürşid’lerin isimlerine izâfeten, “Sühreverdî’lik, Mevlevî’lik, Bektâşî’lik” gibi tarîkatlardan da bahsedilmiştir. 12 Tarîkat diye bir şey yoktur, muhteledir ki, böyle bir kelâm edildiği devirde, Zikr-i Hafî ve Zikr-i Celî yollarına sadakatle bağlı ve fakat şeyh’lerinin ismiyle anılan, 12 tarikat mevcud ise sadece o devir için, ameldeki hak mezhepler de kastedilerek, “4 mezhep, 12 tarikat” denilmiş olabilir.
Aksi takdirde, Turuk-u Âliye için bir sayı vermek mümkün değildir, doğru da değildir. Zirâ, “Bütün yaratılanların nefesleri kadar Allah’a vâsıl yol vardır,” denilmiştir.
Burada, 8. sualiniz için husûsî bir parantez açmamız gerekiyor. Teselsülü kopmamış, nisbeti sahîh, ezelî nasibinde, Tensib-i İlâhî ile, irşad ve tecdîd için seçilmek varsa, bunlar, mürşid-i kâmil ve mükemmil’dirler (kendileri kemâle ermiş başkalarını da kemâle erdirmeye salâhiyetli mürşid’ler). “Allah, beher yüzyılın başında, dinini tecdid edecek bir müceddid gönderir,” Hadis-i Şerif’inin mâksadına uygun olarak, mürşid olarak gönderilmişse, mürşid-i kâmil ve mükemmil’dir, aynı zaman da müceddid’dir. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve müceddid’in, asrında, Zikr-i Celî yolunun, ehil ve liyâkatli bir temsilcisi kalmamışsa, Zikr-i Celî yolunun bütün işleri, Zikr-i Hafî’nin mürşid-i Kâmil ve mükemmili’ne emânet edilmişse, medâr mürşid olur. Silsile-i Saâdât ve Silsile-i Zeheb’in, her bir halkası bir yıldızdır, (kutup)... Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât arasında 4 Kutbu’l-Aktap (yıldızlar yıldızı) zevât vardır. Evveliyetle belirtelim ki, Silsile-i Zeheb ve Silsile-i Saâdât’ın birinci ve ikinci kutbu, Ebû Bekri’s-Sıddîk (r.a.) ile Selman-ı Fârisî (Selman-ı Pâk (r.a.) bu kategoride mutala’a edilemez. Çünkü, Sıddık-ı Ekber (r.a) sahâbî’dir, Hicret-i Nebeviyye’de ve Sevr Mağarasında “İki kişiden biri,” arkadaşı, Peygamber’lerden sonra insanoğlunun en faziletlisidir.
Selman-ı Fârisî-Selman-ı Pâk da, hem sahâbî hem de Sevgili Peygamber’imizin “Selman Bizdendir,” (Selman benim Ehl-i Beytimdendir,) buyurduğu zât’dır. Kutbu’l-Aktap olanlar, kendilerinden bir önceki, kendilerinin de mürşid-i Kâmil ve mükemmiler, müceddid’ler, kendilerinde ne varsa verdikleri halde, bu müridlerinde hâlâ bir açlık ve ma’nevî i’sti’dat görüyorsalar, kendileri aradan çekilirler ve Nisbet-i Ma’neviye ile bir önceki Kutbu’l-Aktab’a nisbet ederler. Nitekim, Seyyid Emir Kilal Hazret’leri, kendisinde varolan bütün emânet’leri verdikten sonra, kendisinde hâlâ bir ma’nevî açlık ve i’sti’dat gördüğü, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.) Efendi Hazret’lerini bir önceki Kutbu’l-Aktap olan, Abdü’l-Halık Gucdüvânî Hazret’lerine Nisbet-i Ma’neviyye ile bağlamıştır.
Hâce Muhammed Bâkîbillah (K.S.) Efendi Hazret’leri de kendisinde olanları verdikten sonra, İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî-i Sirhendî (K.S.) Efendi Hazret’lerini bir önceki kutup, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.) Efendi Hazret’lerine nisbet etmiştir.
Selâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sürâcüddîn (K.S.) Efendi Hazret’leri, ihdâ ve irşâd mevzu’unda yapılabilecek ne varsa yapmış verebileceği herşeyi vermiş, kendisinde gördüğü büyük ma’nevî açlık ve i’sti’dat üzerine Ebu’l-Faruk Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerini (K.S.) bir önceki kutup, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni, Ahmed-i Farukî-i Sirhindî (K.S.) Efendi Hazretlerine Nisbet-i Ma’neviyye ile bağladı...
İnsan-ı Kâmil, kalbini ma’nevî kirlerden tasfiye etmiş, nefsini tezkiye ederek en az, Nefs-i Mu’tmainne’ye yükseltmiş insanlara, İnsan-ı Kâmil denilebilir. Mürşid, mürşid-i Kâmil ve mükemmil, müceddid, medâr mürşid, bunların ne ma’naya geldikleri yukarıda cevaplandırıldı. Gavs-u Â’zam, bu sıfat, tasavvufta, genellikle, Zikr-i Celî Yolu’nun en büyük kutup’larından, es-Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (K.S.) Efendi Hazretleri’nin sıfatıdır. Kendileri ma’neviyat yolunun ma’nevî hastalıklar yanında, ma’nen çaresiz dert’lere de derman olduğu için, büyük imdat (Allah’ın Şâfî Sıfatının tecellisine sebep olduğu için) bu sıfat kendisine tasavvuf âleminde uygun görülmüştür. Kâdirî Usûlü İhlas Hatminde, “Medet yâ Seyyid-i Abdülkâdir-i Ceylânî” diye niyaz edilmesi bundandır. (Ayrıca, Kâdirî Usûl’deki İhlas Hatimlerinde “Münâcaat” vardır.)
“ŞEYH” İslâm âleminde, yaşlı adam, koca, ulu kişi, büyük âlim, büyük mutasavvıf gibi kullanılagelmiştir. Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Türk illerinde, mezar bekçilerine “Şeyh” denilir.
3’ler, 7’ler ve 40’lar mes’elesine gelince, bu husus, tam olarak Ricâl-i Ma’neviye, Ricâlü’l-llah, Cünûd-u İlâhî, Cündullah, ma’neviyat âleminde, perde arkasında, Mâverâ’da, ötelerin ötesinde, karar mercileri... Tam mahiyetini ancak, katılanların bildiği bir keyfiyet...
Bu meclislere, Tasarruf-u Hakîkiye geçen Ricâl-i Ma’neviye katıldığı gibi, bizlerin bilmediği, kendilerini Allah’ın setrettiği, cismânî tasarruf sahipleri de katılabilirler.
Bizim büyüklerimizden yıllar öncesinde aldığımız bilgiye göre, bizzat Resûl-i Ekrem Efendimizin riyâset buyurdukları, Ricâl-i Ma’neviyye meclisi’ne, “Meşhed-i Azîm, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in riyâset ettiği, ricâl-i Ma’neviyye meclisi’ne de “Divânü’s-Sâlihîn,” denilir.
Teselsülü kopmuş, nisbeti sahîh olmayan müteşeyyih’lere mürîd olanların şeyh’i maalesef şeytandır.
“Kendisi Muhtac-ı Himmet dede, kime himmet ede!”
Hidâyet ve irşad’a ehil olmadıkları halde, yalancı pehlivanlar gibi bu işe soyunanlar, hem dâl, hem de mudîl’dirler. Yâni, hem kendileri dalâlette hem de kendilerine mürid olanları dalâlete sürüklüyorlar...
Silsile-i Saâdât-Silsile-i Zeheb’le alâkalı suallerinizi bir başka yazıda cevaplandıracağım...