Türkiye’de Camia’lar ve Cemaatler, hedefledikleri hizmetleri deruhte edebilmek için muhtelif iktisâdî teşebbüslerde bulunmuşlar, ticarî şirketler, firmalar kurmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi niyetle kurulmuş-geliştirilmiş bu şirketlerin muvaffak olup-olmadıkları tartışılıyor. KÜÇÜK BİR FOTOĞRAF STÜDYOSU’NDA DOĞAN ŞİRKET: 1960’lı yılların sonlarındayız. Tedrisât sistemimizin en semereli devresi... Edirne’den-Kars’a, Erzurum’dan-İzmir-Karaburun’a kadar, İmam-ı Rabbâni Evladına kucak açıldığı günler. Her taraftan İmam-Hatip, Kur’ân Kursu Muallimi, Müezzin ve müderris talebi... Tekâmül için İstanbu’a dâvet ettiğimiz talebe’nin tedris müddeti en fazla dört ay, esâsen tekâmül altı kurslarında Sarf, Nahiv ve bütün metinleri okutacak olgunluğa ulaşmış bu kardeşlerimize, İlm-i Kelâm ve Belâgat’dan, Mantık’dan birer kitap tekrarlatılıyor, Fıkıh’da Dürer, Usûl-ü Fıkıhda Muhtasar’l-Menâr metni ve Mirkât bir de İlm-i Ferâiz okutuluyor, me’zun ediliyorlardı. Tekâmül müddetinde, vâki talepler talebe mevcudunun en az, iki-üç katı olurdu. Merkez’de, ihtiyaçlar, zarûretler dikkate alınır, ona göre vazifelendirmeler yapılırdı. Meselâ, Çatalca’dan-Kars’a, Erzurum’a vazifelendirmeler yapılabilirdi. Genellikle tedrisatta olanlar, özellikle de Tekâmül’e alınanlar, Anadolu ve Trakya’nın fakir ailelerinin çocuklarıydı. Tekâmül tamamlanıp vazifelendirmeye sıra geldiğinde, siz, nereyi işaret ederseniz hiç yutkunmadan, en küçük i’tirazda bulunmadan “Aller’s-i ve’l-Ayn” (Gözüm Başım Üstüne) derlerdi. Pekiyi! “Paranız var mı?”diye sorulduğunda? Boynunu büker, derin bir sessizliğe gömülürdüler. Filhakîka, vazifelendirildiği yerlere ulaştıklarında, ya maaşlı bir hizmete başlayacaklar, ya da ihtiyaçları vakıflar ve dernekler tarafından karşılanacağı fahrî bir hizmete başlayacaklardır. Ne var ki, günün şartlarında, vazifeli olarak gittikleri yerlere ulaşabilmeleri için yol parasına, gittikleri yere ulaşıncaya kadar nevâleye ihtiyaçları vardı. Mevcut derneklerin ve idare’nin, asgarî’den yol parasını ve nevaleyi karşılayacak kadar imkânları yoktu. Bizzarûre, zamanın hamiyetli, gayretli zenginleri, Merhûmlar, Mustafa Doğanbey, (Konyalı), Kayseri’li Hacı Refik Bürüngüz, yine Kayseri’li Hacı Süleyman Kuşçulu gibi zevata müracaat etmek, vazifeli Alp-Eren’lerin yol paralarının ve nevâlelerinin karşılanmasını talep durumuyla karşı-karşıya kalırdık. Bu durum bizleri ziyâdesiyle sıkıntıya sokardı. Bu yıllarda, Zeytinburnu Kur’ân Kursu Binası Yaptırma Derneği Başkanı, Merhûm Mehmed Yıldırım’ın, Zeytinburnu’nda küçük bir fotoğraf stüdyosu vardı. Annesi, kardeşleri, eşi ve çocukları kalabalık bir nüfusun rızkını, Yevmüncedit, Rızku’n-Cedit, buradan karşılıyordu. Zaman zaman, en mühim mes’elelerimizi bu stüdyonun karanlık odasında görüşürdük. Kendileri bir taraftan fotoğrafların araplarını rütuşluyor, işine devam ediyor, bir taraftan geleceğin çok önemli plânlamalarını yapıyorduk. Bir Anonim Şirketi’nin kurulması fikri bu karanlık odada doğdu. Teşekkül olarak, o zamanlarda revaç ta olan, Sönmez Neşriyat’ın çıkardığı “SÖNMEZ TAKVİM”lerinden milyonlarca takvim alıyor, dağıtıyoruz, derneklerimize çok cüz’î bir miktar kalıyor. Diğer taraftan, tüm ders kitaplarını, başka yayınevlerinden te’min ediyor, milyarlarca parayı bu yayınevlerine aktarıyoruz. Bir şirket kuralım, kardeşlerimizden imkânı olanlar belli oranlarda bu şirkete ortak olsunlar, yalnız şirketi, bütünüyle kontrol elimizde olmak şartıyla profesyonellere teslim edelim. Gerekirse bu profesyonellere piyasa şartlarında en yüksek ücretleri ödeyelim, fakat kendilerinden mutlâk surette şirkete yüksek miktarlarda kârlılık elde etmesini te’min etmesini isteyelim. Buna paralel olarak, Selçuklu ve Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde olduğu gibi geliri-gideri, bütün çalışmaları şeffaf, talep eden herkese açık bir vakıf te’sis edelim. Vakıf Meclisi ve Mütevellî Hey’eti, hoca’ların dışında, saygın işadamlarından, vakıf merkezlerinin bulunduğu yerlerdeki ahâli’den oluşsun!... Vakfın gelirleri, harcamaları belli zamanlarda, belli vasıtalarla alakalılara, merak duyan herkese açık olacak... Bir taraftan şirket, ekonominin şartları ve kuralları neyi gerektiriyorsa öyle çalışacak, kazanacak, şirket idaresinin ve genel kurulların kararıyla kârını vakfa aktaracak, vakıf da hizmetler için harcayacak!... Pek tabiî, teori ile tatbik her zaman bir olmuyor. Cemaat İktisâdî Teşebbüsleri ne nisbette muvaffak olmuşlardır, daha da başarılı olabilir miydi? Bunların cevaplarını vermeden bir tezada işaret etmek istiyoruz. Vakıf Müessesesi, dünya âlemine, son Peygamber Hazret-i Muhammed’in ve tamamlanmış, tekemmül etmiş Yüce İslâm Dini’nin bir hediyesidir. “Biz, Enbiya topluluğu miras bırakmayız,” diyerek Medine’de kendisine ait, bir kaç parçalık hurmalığını vakf ederek vakıf müessesesinin temelini Sevgili Peygamber’imiz atmıştır. Ashab-ı Kirâm, Tâbiîn, Teba’y-ı Tâbiîn devam ettirmiştir. Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu Devleti ve Aziz Devletimiz Osmanlı Devlet-i Aliyye’si vakıfları bir medeniyyet halinde insanlığa sunmuşlardır. Kanadı kırılan kuşların tedâvisi, fakir kız çocuklarının çeyizlerinin hazırlanması ve zengin hânelerde hizmetçilik yapan hizmetçilerin kırıp-döktüğü kıymetli eşyanın yenisinin alınması için bile vakıflar kurulmuştur. Ancak, vakıf, varlıklı kimseler tarafından kurulur. Zengin bir Müslüman, malının bir bölümünü belli bir hizmet için hasreder, tutar, bir tarafa ayırır. Hangi maksad için hasretmiş ise, maksadını, şartlarını net ve açık olarak bir Vakfiye’ye derc eder, Vakfiye ilân edilir, kat’iyyet kespeder, vâkıfın şartları artık, Şâri’in Nassı gibidir. Kat’iyyet ifade eder, vâkıf’ın kendisi de dâhil, hiç bir kimse, ama hiç bir kimse tarafından değiştirilemez. Mirasla alakalı âyet-i Kerimeler nâzil olmadan önce, kişinin vasiyetinden ana, baba ve akrabasına bir miktar verilmesi için vasiyet etmesi emredilmişti. Ancak, Nisâ Suresinde indirilen miras âyetleriyle vârislerin hakları kesin ve net olarak belirlenmiştir. Bunun üzerine Efendimiz, “Allah her hakk sahibine hakkını vermiştir. Bundan sonra vârise vasiyet yoktur.” buyurmuştur. Fakat, mirastan pay almayan akraba ve düşkünlere, hayır müesseselerine vasiyet bâkidir. Her Müslüman servetinden dilediği yere vasiyet edebilir. “Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir. (Bakara 2/181) İslâm’da vakıf müessesesi hadis’lere dayanmakla birlikte Sadaka-i Câriye mahiyetinde bulunan ve ammeye hizmet eden vakıfları, bunların şekil ve şartlarını haksız olarak değiştirenler de vasiyeti değiştirenler gibi telakkî edilmiş, bu âyet-i Kerime pek çok vakıf ve eşya üzerine ve vakıfnâme’lere yazılmıştır. Günümüz dernek ve vakıflarını bir de bu gözle incelemeye çalışacağız!...