Pek Muhterem Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı, 
Pek Muhterem R.Tayyip Erdoğan, Başbakan. 
Pek Muhterem Erdoğan Bayraktar, Şehircilik Bakanı. 
Pek Muhterem Dr. Kadir Topbaş, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı.. 
Bu yazıyı, benim ve benim gibi düşünen bilumum vatandaşımızın bir arîzası olarak kabul buyurun! 
İstanbul’da, Büyükçamlıca Tepesi’ne yapılması kararlaştırılan cami, belli ki, zarûrî bir ihtiyaçtan değil, daha ziyâde, devlûtlû’lerin, Devletimizin geldiği, iktisâdî, içtimâî, mimârî seviye’nin bir göstergesi olmak üzere, bir i’tibâr, bir prestij anıtı olarak düşündükleri bir eser olacaktır. 
İslâm Tarihinde, Medine-i Münevvere’deki Mescid-i Nebî ile başlayan, duvarları balçık, kerpiç, zemini kum, sadece üstünün bir bölümünün hurma dallarıyla örtülü olduğu, somaki mermerden, minberi, mihrabı ve kürsüsü bulunmayan, basitin de basiti, cami mimârisinden, Süleymaniye’ye, Selimiye’ye ulaşan, ayın sadeliğin ve basitliğin korunmasıyla birlikte, devrinin ihtişamını, şevket ve azametini de ihtiva eden, 14 asırlık derîn tecrübenin ortaya koyduğu bir cami mimârisi önümüzde dururken, kanaatimizce, yeni yeni arayışlara, komplekslere ihtiyaç yoktur. Dünya’yı yeniden keşfetmiyoruz. 
Selçuklu, devamı Osmanlı, Devlet-i Aliyye’lerinden önce, coğrafî ve iklimsel te’sirlerle, Orta Asya’da, Cezîretü’l-Arab’da, alt kıt’a’da, Hindistan’da, çok farklı cami mîmârî’leri tatbik edilmiştir. 
Anadolu Selçûkî’lerinde, Erzurum’dan-Konya’ya kadar, Selçûkî illerinde, Sivas, Kayseri ve Konya’da, Osmanlı’nın ilk asrında, Bursa’da, Edirne’de, düz tavanlı, kümbet ve küçük kubbelerle örtülü geniş mekân’lı cami’ler ve külliyeler... 
İstanbul’un fethinden sonraki dönemlerde, Devlet-i Aliyye’mizin şevket ve ihtişâm dönemlerinde, Fetih’ten sonra, cami’ye tahvil edilen, Ayasofya’ya, hiç komplekse kapılmadan, kubbe çapı ve yükseklik olarak Ayasofya’yı geride bırakan, özgün mimârî eser’ler, Şehzâdebaşı, Süleymaniye, Selimiye gibi Salâtîn cami’i’ler, aynı mîmârî değerde ve fakat nisbeten daha küçük, vâlide ve Vezir cami’i’leri.. 
Anadolu, Selçukî Devletimizde, cami’ler, Sıbyan Mektebi, Dâru’l-Kurrâ, Medrese, Dâruş-Şifâ, İmaret, Hamam, Muvakkithâne ve diğer mekân’lardan müteşekkil, Külliye’nin ana mekânıdır, hepsinin merkezidir, fakat hepsinden ayrı, müstekîl bir yer işgal etmektedir. Etrafındaki, Külliye’ye dâhil, en yakîn ünite ile mesafesi en az yüz metre’dir. 
Bizim “Mescid”, dediğimiz küçük camiler olsun, büyük camiler, Ulu Cami’ler, gerek Selçûkî’ler’de ve gerekse, Osmanlı Devlet-i Aliyye’miz’de kesinlikle, düz ayaktır. Cami’lerin ana mekânı’nın sağında, solunda, önünde, arkasında, üstünde altında, başkaca herhangi bir mekân bulunmuyor. Anadolu’daki Ulu cami’lerde, İstanbul’da, Salâtîn, Vâlide Sultan, Vezir ve Vezir eşleri tarafından yaptırılan cami’i’lerin etrafında, hazire’lerin dışında, herhangi bir bina bulunmuyor. 
Cumhuriyet Dönemi Cami’i’leri, iki elin parmakları kadarı istisna edilirse, maalesef, herhangi bir mimârî denetim görmeden, hiçbir estetik kaygı duyulmadan, mahallî dernekler tarafından, bulundukları yerlerdeki inşaat kalfalarının nezâretinde inşa edilmiş, pek çoğu mimârî bir ucube halinde ortaya çıkmış mekânlardır. 
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi, büyük şehir’lerimizde 1950’li yıllarda başlayıp, 1980’li yıllara kadar devam eden, gecekondu mahalleleri, -ki, günümüzde bu mahalleler, azman birer şehir, nüfusları, neredeyse, birer milyona dayanmış Büyükşehir Belediyesi içinde, devasa ilçe merkezleridir.- bu kabil, mühendislik-mimarlık denetimi dışında ve her tür estetik kaygılardan uzak ucube camiler etrafında temerküz etmiştir. 
Gecekondu mahalleleri şehirleştikçe, bu bölgeler imar’a açıldıkça, cami’i’n bulunduğu saha da, fevkâlade kıymetlenmiş, vakıflar, dernekler, kıymetlenen bu mekânâ, sözümona külliyeler inşa ettirmişlerdir. Fakat bu külliye’ler, bildiniz Selçukî ve Osmanlı Külliye’lerine hiç benzemiyor. Ana mekân’da ticârî üniteler, pasaj, idârî bürolar, düğün salonları, lokanta ve kahvehâneler. Mekân’da, ticârî olarak değerlendirilemeyecek durumdaki yeri de ne yazık ibâdet mekânı, cami olarak plânlamışlar ve öyle uygulamışlardır. 
Bu külliyelere dâhil, lokantalarda içki içildiği, kahvehânelerde kumar oynandığı ticârî ünitelerde kiracı olan, plâkçı ve kasetçi’lerin namaz vakitlerinde çok yüksek sesli müzik yayınlayarak cemaati rahatsız ettikleri, bu kabil mekân’ların altında bulunan düğün salonlarında, namaz vakitlerinde, davul-zurna eşliğinde horon teptikleri görülmüştür... 
Selçuklu ve Beylikler Dönemi Anadolu’sunda Ulu Cami’ler, Sivas, Divriği Ulu Cami’i, Beyşehir, Eşrefğolu Cami’i gibi, cami’in en önünde bulunan mihrab, minber, va’az kürsüsü, i’tikâf mahalli ve çilehânelerin bulunduğu yerin tavanı, kümbetlere benzeyen sivri bir kuble ile örtülmüşken, diğer tarafı düz tavan ve yerel şartlara uygun, kiremit, tahta ve topraklar örtülmüştür. Meselâ, Beyşehir, Eşreoğlu Cami’i bu kabil Ulu Cami’lerdendir. Yağmur yağdığında ve kış günleri mahallî olarak, yuvak, dedikleri log (küçük taş silindir) ile pekiştirilmiş, toprakla kapalıydı. Günümüzde, inşaat teknolojisi’nin geldiği nokta’da, toprakla kapatılmış tavan belki biraz tuhaf gelebilir. Fakat, yapıldığı tarihlerde, toprak, kışın soğuk’tan, yazın sıcaktan koruyan tabiî bir izoletör olmasıdır. Cihan Devletinin Mimarı, Kocasinan, bu sistemi, geniş kubbelerde yine samanlı balçık ve kurşun ile uygulamıştır. 
Ankara’daki Kocatepe Cami’i’nin inşaatı, klasik mimarî mi, yoksa asrî (modern) mimarî mi olsun, diye en az kırk sene geciktirilmiştir. Son anda vazgeçilmeseydi Merhûm Mimar, Vedat Dalokay’ın tasarısı uygulansaydı, herhalde Ankara’da, Makarr-ı Hükûmetin Merkezi’nin en yüksek tepelerinden birisinde bugün bir ucube yükselmiş olacaktı. 
Dalokay’ın tasarladığı bu mimârî tasarı’nın çok küçük bir örneğini, İstanbul, Kadıköyü, Kozyatağında, Mehmed Çavuş Vakfı Arsası üzerinde, (Asrî-Modern Cami) uygulamışlardı. Bir müddet bu cami’i’de vazife yaptığım için yakînen bilmekteyim ki, İstanbul’un ılıman havasına rağmen, kışları, kutuplarda bir köşe, yazları ise, husûsî olarak ısıtılmış bir sauna’ya benziyordu. 
- Sultânu’ş-Şuarâ’nın, “Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; 
Çamlıca’da yerdedir göklerin derinliği. 
diye tasvif ettiği “göklerin derinliği”ne inşa ettirilecek, Çamlıca Cami’i için acele edilmemelidir; Televizyon ekranlarına, gazete sahifelerine aksettirilen proje uygulanacaksa çok büyük bir hata işlenmiş olacaktır. Önce 6 minâreli olarak tasarlanmışken, şadırvan’ın üstüne, mimarlar “Muvakkithâne”, diyorlar, olsun, topal ördek gibi, muvakkithâne’nin üstünde bir yedinci minare hiç yakışmamıştır. 
Detayları açıklanmadığı için, henüz detaylara tam vâkıf değiliz, ama uzaktan bakıldığında, ana gövde, Ayasofya’nın çok başarısız bir taklidi gibidir. 
Dâhî, Cihan Devleti’nin, Cihan Mimarı, Koca Sinan’ın dehasının eseri, minareler, payandalar olmasaydı, Kilise’yi cami’e benzetmek için dehâsını kullanmasaydı, günümüzde, ne Ayasofya kalırdı, ne de Ayasofya’nın Silüeti... Öyleyse, Ayasofya’yı her bakımdan fersah fersah aşmış, bîşebih, emsalsiz, özgün nümûneler ortada dururken, hâlâ niçin Ayasofya’ya öykünmek! 
Doğrusu, kimseden, geçmişte bir misli bulunmayan ve aslâ taklid edilemeyen, Süleymaniye’nin, Selimiye’nin benzeri bir cami’i’n inşasını beklemiyoruz. Zâten, bu bir nev’i imkansızı talep olur. 
Günümüzde, tek başına, Kanunî, yaşıyor olsaydı, ya da tek başına Kocasinan yaşıyor olsaydı, ellerinde de bugünün imkân’ları, inşaat teknolojisi ve inşaat malzemesi verilseydi, yine de ortaya bir Süleymaniye, bir Selimiye çıkmayabilirdi. 
Devlet-i Aliyye’miz, şevket’in, saltanat’ın zirvesinde, üç kıt’ada hükûmran, Devletimizin başında, krallar kralı, hâkan’lar Hâkanı, Cihan Padişahı, gücünün zirvesinde, Mimârî’de, dünya tarihinde o güne kadar bir benzerini tarih kaydetmemiş, sonrasında da bu ana kadar taklid edilememiş, bir benzeri henüz zuhur etmemiş, dâhî bir Mimar, Hat San’at’larında bir misli henüz dünya’ya gelmemiş büyük Hattat, Ahmed Karahisârî, ilimde, san’atta, şiirde hepsi zirvede bir kadronun müşterek ruhu... 
Böylesine bir ruh, bir daha kıyâmete kadar yakalanamayacağına göre artık, ortaya bir Süleymaniye koymak, bir Selimiye koymak, muhal ötesi hayaldir. Ancak, Selçûkî’nin, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in tecrübelerinden faydalanarak ve herhangi bir komplekse de kapılmadan ve aceleye getirilmeden, günümüz inşaat teknolojisi ve inşaat malzemesinin kolaylıklarından da istifade ile, yeni bir sentezle ve aslâ şu cami’i bu cami’i taklid kolaycılığına da kapılmadan, özgün ve her bakımdan fonksiyonel bir eser ortaya konulmalıdır... 
Elbette Çamlıca Tepesine bir külliye yapılabilir. Fakat, Külliye’nin ana merkezi cami olmalıdır, külliye’nin diğer üniteleri, her bir taraftan en az 100 metre mesâfeden uzakta olmalı, cami kesinlikle düz ayak zemine oturtulmalı, cami’i’n ihtişamını gölgelemeyen bir ihâta duvarı ile çevrelenmeli, cami’i’n taç kapısı’nın ihtişamını gölge etmeyen, yüzük kaşı gibi zarif bir şadırvan ile iktifa edilmelidir. Ankara Kocatepe Cami’i’ndeki, Adana Sabancı Cami’i’ndeki hatalara, Çamlıca Cami’i Şerifinde düşülmemelidir...