Bir garip ölmüş diyeler, 
Üç gün sonra duyalar, 
Soğuk su ile yuğalar... Bencileyin Yunus gibi... 
Gurbet: Lugatta, bu’d gibi ıraklık, uzaklık man’alarında kullanılır. Doğup-büyüdüğü vatanından bir başka yere intikâl etmek de gurbettir. Dolayısıyla doğup-büyüdüğü memleketinden uzak yerlere gidenlere veya bir memleketten bir başka memlekete intikal edenlere “Garip” denilir. Çoğuluna Gureba, denilir. 
Yakın akraba’larından değil de yabancılardan evlenenlere de garip denilebilir. Ba’zen de sıla’da kendi memleketlerinden ayrılmadan, uzaklaşmadan da gurbette olanlar vardır. Nitekim, Merhûm Besteci, Hânende, Yıldırım Gürses, 
Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde, 
Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde... demektedir. 
Ba’zen de insan kendisini vatanında öz yurdunda garip hissedebilir. 
Şâirler Sultanı, büyük da’va ve fikir adamı, Merhûm Üstad Necip Fazıl Kısakürek Sakarya Türküsü’nde; 
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya; 
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! demiyor mu? 
Şâir’lerin, Halk Ozan’larının birer “Mahlas”ları vardır; Avnî (Fatih Sultan Mehmed Han’ın), Hatâî (Şâh İsmail’in) gibi... 
Halk Ozanı, Saz Ustası, Anadolu Abdalanı’ndan, Neşet Ertaş’ın mahlası, “Garip” idi. Fakat bu “Garip”in, ne ölümü ve ne de teşciî, ebediyyete uğurlanışı, Yunus Emre’nin ta’rif ettiği gibi garipçe olmamıştır. Bu dünya’ya gelişi ve hayatının bir bölümü belki garipçeydi. Fakat, hayatının son bölümü ve ebediyyete uğurlanışı garipçe değil, muhteşem oldu. 
Neşet Ertaş’ın hayatı incelendiğinde, “Garip” mahlasının ona ne kadar yakıştığını görmek mümkün olur. 
ABDALÂN-I ANADOLU: Merhûm babası Muharrem Ertaş gibi Neşet Ertaş’ın da içinden süzülüp geldiği Abdalân-ı Anadolu’yu iyi bilmek gerekir; şöyle ki, Büyük Türkistan’ın Mürşidi, Hoca Ahmed Yesevî, kadîm bir Hıristiyan diyârı olan Anadolu’yu Türkleştirmek ve İslâmlaştırmak üzere, Türkistan’ın bir parçası olan Horasandan, Horasan erleri öncülüğünde, Anadolu’ya Alperenler, Serdengeçtiler gönderdi. Mevlânâ’lar, Hacı Bektâşi Velî’ler, Seyyid-i Hârunlar gibi... 
Anadolu Abdalânı da, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için, 400 çadırlı bir oba halinde, Horasan’dan gelip Kızılırmak yakınlarında, Kırıkkale, Keskin, Kırşehir, kısmen de Nevşehir civarını kendilerine vatan edinmişlerdir. 
Doğu’dan-Batı’dan, dünya’nın muhtelif yerlerinden Anadolu’ya hicret edenler, kendilerine vatan yaptıkları bu topraklara büyük bir hırsla bağlanmışlar, Anadolu’nun bütün ni’metlerinden azâmî derecede istifade etmişler, geniş topraklara, sayısız sürülere sahip olmuşlar, hem kendileri hem de yanlarında çalıştırdıkları yanaşmaları zenginliklerine zenginlikler katarken, Anadolu Abdalânı, Anadolu’nun topraklarına, servetlerine fazla rağbet etmeyip, kalanderî bir hayatı tercih edip, İslâm-Türk tasavvuf geleneğine uygun olarak bu “Yalan Dünya”nın ni’met’lerinden ancak, “Yevmün cedît, rızkun cedit” olarak, yâni her bir yeni gün için, günübirlik rızık arama ve te’mini... Obasında, çadırında sadece o gün için yiyeceği-içeceği varsa mutlu olmasını bilen, kanaatkâr bir tavır sergileyen bir ruh hali... 
Hayatlarını da bu hâlet-i Rûhiyye’ye uygun olarak tanzim etmişler, çeşitli zanaatlerde derinleşmek, büyük topraklara, sürülere sahip olmak yerine, Anadolu’ya geliş misyon’larına uygun olarak, “bir lokma bir hırka” felsefesiyle Anadolu’da millî ve dinî birliğin sağlanması için sözüyle-sazıyla diyâr diyâr, kasaba kasaba, köy köy dolaşmışlardır. Felsefe’ye uygun olarak, bütün Anadolu topraklarını kendi oba’ları saymışlar, gittikleri her köy ve kasaba’da kendilerine dostlar edinmişlerdir. 
Asırlar boyu Anadolu insanı sünnetini, nişanını, düğününü, derneğini, köy seyirlik oyunlarını hep harman sonrasına, sonbahara güz günlerine rastlatırdı. 
Abdalân-ı Anadolu, köylü’lerin sünnetinde, nişanında, düğününde, cenazesinde, sevinçli ve hüzünlü günlerinde yanlarında bulunur, türküleri bozlakları, deyişleri, ilâhî ve na’atlarıyla çoşturur, eğlendirir, ağlatır, ibretlendirirdi.
İlk asır’larda, Abdalân-ı Anadolu, bilge yaşlı’lardan, cevvâl, ilim sahibi genç’lerden oluşurken, son asırlarda Anadolu’daki umûmî temâyüle uygun olarak Abdalân-ı Anadolu’lularda, maalesef eğitimi ve öğretimi bir tarafa bıraktı. Neşet Ertaş da tıpkı babası Muharrem Ertaş gibi ne konservatuarlarda okudu, ne de başka bir eğitim aldı. Babası Muharrem Ertaş nasıl ki usta-çırak ilişkisiyle, yazılı olmayan, sözlü kültürü, saz mahâretini ustalarından almış ise Neşet Ertaş da, sözlü kültürü, saz çalmadaki mahâretini babası aynı zamanda ustası, Muharrem Ertaş’tan almıştır. 
Emsâli, tahsil için mektep sıralarını doldururken, Neşet Ertaş, karnını, ailesinin karınlarını doyurabilmek için, babasının çığırıp-çaldığı çengi sofralarında köçekçilik yapıyordu. Okuyamamanın ızdırabını hayatı boyunca çok derinden hissetti. 1980’li yıllar’da, garipliğine garip’lik katan gurbete çıkışı, ömrünün neredeyse üçte birini geçirdiği Avrupa’ya, sırf çocuklarının eğitimi için gitmişti. 
Hiç eğitim almamıştı, konservatuarlarda okuyamamıştı ama Anadolu Abdalânı’nın bu son temsilcisinin ortaya koyduğu eserler tek kelimeyle muhteşem ve Anadolu Abdalân kültürünün, irfanının ne kadar derin ve köklü olduğunun en büyük örneklerinden birisiydi. 
Neşet Ertaş, sağlığında, sazıyla, sözüyle pek çok kerre topluluklara ders vermişti. Bu mübârek topraklarda, kardeşliğin, birliğin, sevgi ve saygının önemine işâret etmişti. 
Ama asıl dersi, ölümüyle, susuşuyla vermiştir. Yakınında bulunanlar, ailesi, hastalığının son devresini, vehâmetini biliyorlardı. Fakat Efkâr-ı Umûmiyye İzmir’de, bir hastahaneye sadece üst solunum yollarındaki basit bir rahatsızlık sebebiyle yatırıldığını biliyordu. 28.09.2012 Salı günü sabah erken saatlerde Ozan’ın vefat haberi ekranlara düştüğünde, bütün Türkiye çapında ve Türk’lerin kesif olarak yaşadıkları Avrupa ülkelerinde çok derin akisleri olmuş, büyük üzüntülere sebebiyet vermiştir. 
Neşet Ertaş’ın gerek yaşıyorken ve gerekse vefatında halkımız tarafından bu kadar çok sevilmesi, doktora tezlerine konu olacak kadar önemli bir konudur. 
Aslını, geldiği yeri hiç inkâr etmemesi, tevâzu’u, içerisinden çıktığı ve hep aralarında olduğu halkına tepelerden bakmaması, pek çok emsâlinde görüldüğü gibi, çeşitli zibidiliklere tevessül etmemesi başlıca sevilme sebepleridir. 
Cumhurbaşkanı katında sazını ağlatan, “yanık gönüllü, kara suratlı” Neşet ne ise, herhangi bir köy kahvesindeki Neşet de oydu. 
Öteden beridir, Hindistan menşe’li, Romanya’dan ve Avrupa’nın muhtelif ülkelerinden yurdumuza hicret etmiş Roman’larla, Horasan’dan Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâm’laşması için Anadolu’ya gelmiş Abdalân-ı Anadolu’lar hep birbirine karıştırılıyor. 
Abdalân-ı Anadolu’ların dedeleri bu ülkeye bir misyon yüklenerek gelmiş Alperenler’dir. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında önemli rol oynamışlar, daha sonra da Anadolu’da, Anadolu birliğinin te’mininde çalışmışlardır. 
Ta’kip ettikleri yol, Büyük Türkistan’daki Hoca Ahmed Yesevî’nin, Zikr-i Hafî yolunun en büyük temsilcisi Nakşibendiyye’nin yoludur. 
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten olduklarını kaydetmeye bile lüzum yoktur. 
Hakîkat bu olduğu halde, Ozan’ın vefat ettiği gün, İzmir’de vefat ettiği hastahanenin bahçesinde, çok çirkin bir istismar teşebbüsüne şahid olunmuştur. Alevî-Bektâşî Dernekleri Federasyonu mensubu olduklarını iddia eden ba’zı şahıs’lar, Merhûm Neşet Ertaş’ın Alevî olduğunu iddia ederek, naa’şına sahip çıkmaya, cenazesinin Cemevi’nden kaldırılması gerektiğini söyleyerek hâdise çıkarmışlar. Bereket versin, başta Merhum’un ailesi olmak üzere yiğit Kırşehir’li kardeşlerimizin çabaları bu hazîn ve çirkin istismarı önlemiştir. 
İstismar için bu kabil “Ölüsevicilik”, 1970’li yıllarda görülürdü. Militan örgütler istismar için kendileriyle uzaktan-yakından alakası bulunmayan na’aş’ları bile alıp omuzlarda taşıyıp gösteri yaparlardı. Herhangi bir na’aş bulamazlarsa gerektiğinde boş tabutlarla gösteri yaparlardı. 
Böylece, Merhûm cenazesi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in sembol isimlerinden Ahî Evran’ın Türbesinin de bulunduğu Kırşehir’deki, Ahî Evran Camiî’nden kaldırılarak, Anadolu’daki Ehl-i Sünnet’in kalelerinden birisinde, Kırşehir’de toprağa verildi. Allah’ın rahmetine tevdî edildi. 
Cenaze namazı, teşcî, İslâm’a, Ehl-i Sünnet Akîdesine uygun olarak icra edildi. Bid’at olmasına rağmen, cenaze namazını kıldıran imam ve T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan güzel birer konuşma yaptılar. 
Başbakan yaptığı kısa konuşmasında şunları söyledi: 
Allah’a emanet ol
“İlahi ferman budur. Her nefis ölümü tadacaktır. Şu anda huzurunuzda çok değerli dostumuz, ağabeyimiz, kardeşimiz, ozanımız Neşet Ertaş musalla taşında. Bize nasihat ediyor. İşte ben de sizler gibi yaşadım, sazımda sözümde neyim var neyim yok hepsini ortaya koydum. Örnek olacak şeyler söyledim ve bir çizgi ortaya koydum. İşte ben de şimdi o emanet olan nefsimi sahibime teslim ettim. Bu birlik beraberlik dünyasında üstat mahlas olarak kullandığı dikkat edilirse hep ‘Garip’ ifadesini kullanmıştır. Neşet Ertaş’ı değil. Çünkü o bu yalan dünyaya da garip olarak bakıyordu. Garip geldik garip gideceğiz. Hepimiz aslında garibiz. Yani trilyonlar, makamlar, mevkiler hepsi boş. Bu kabirde aslına döneceksin. Çünkü biz topraktan geldik, yine toprağa döneceğiz. Çeşitli toplantılar vesilesiyle üstatla bir arada olduk. Onun duyguları Anadolu’nun bir sesi oluşu, Çiçek Dağı’nın bir sesi oluşu bize de farklılıklar sundu. Ben artık bu sazın susmasından öte inşallah devamını da yetiştirdiklerinden umutluyum. O birliğe, o beraberlik çağrısına çok ihtiyacımız var. Ailesinin milletimizin başı sağolsun diyorum. Yolun açık olsun diyorum usta. Allah’a emanet ol.”