Hani her şeyle eskileri kıyaslarız ya, işte yediğimiz gıdalarda da “eski tadı yok” lafını sıkça tekrarlamamız hiç de boşa değil. Gün geçtikçe hemen her türlü gıdalarda kullanılan bir takım maddeleri, bilmeden, anlamadan tüketiyoruz. Üstelik bilsek bile verilen tepkiler caydırıcı olmadığı için, bu kez üreticilerin hangi gıdaya; hormon ya da başka katkı maddesini ne miktarda kullandığını sorgular değil alışır duruma geldik. Yalnız gıda maddelerinde değil, temizlik maddesinden tutun da aynı zamanda kullandığımız her türlü ürünün sahtelerinin üretilmesi veya içerisine katılan katkı maddelerinin ürkütücü boyutlarda zarar verici etkilerinin bulunması ise insanın aklına yaşıyor muyuz, öldürülüyor muyuz? Sorusunu getirmiyor değil. Zaten geçtiğimiz günlerde bu konuda bana gelen bir mail oldukça çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü içeriğiyle beni oldukça etkiledi. Artık gıda maddeleri başta olmak üzere, kullandığımız her türlü ürünü alırken, bir kez düşünmek sanırım yetmiyor, defalarca düşünmek gerek. Yararlanmak adına aldığımız birçok gıdada ki kimyasal maddelerle vücudumuza yarar mı, zarar mı veriyoruz belli değil. Ya da daha doğrusu yararı mı daha çok yoksa zararı mı çok diye sorarsak verilebilecek cevaplar inanın tatmin edici boyutta değil. Gıdalarda ki hile teknikleri bile, üretim tekniklerinden çok daha hızlı ilerliyor. Hatta bu teknikleri ne Tubitak takip edebiliyor ne de tüketici anlayabiliyor. Kışı yaşadığımız şu günlerde bile yazda yaşıyormuşçasına bolca üretilip piyasaya sürülen birçok sebze ve meyveyi alırken ne kadar güvenebiliriz. Hormon kullanımın olup olmadığını nasıl anlayabiliriz. Üretici işine geldiği ölçüde üretimini rahatça yapıp kazanç yolunu genişletirken, tüketici bilinçsizce bunları alıyor. Çünkü birazda almak zorunda bırakılıyor. Cebinde parası olanın soru sormaya ve cevap almaya hakkı olduğunu düşünenler en başta buna meydan veriyor zaten. Uzmanlar her yeni bir besinde ki yeni bir tehlikeye işaret ederken, artık bu evlerimize ister istemez giren gizli tehlikelere yoksa alışıyor muyuz? İhracattan geri dönen tarım ürünlerinin akıbeti bile çoğu zaman iç pazarda ki tüketicilerin midesinde bon buluyor. Bunu sorgulayacak kesim ise sadece parmak kaldırıyor, soru hakkı birilerinin keselerinin bir yerlerinde son bularak… Türkiye AB’li olmak istiyor. Bu süreçte en büyük eşik tarım sektörü. Bu nedenle öncelikle arz açığı olan ürünlerin üretimini artırmak, iyi tarım ve organik tarım gibi yeni tarım sistemlerini yaygınlaştırmak, bitki, hastalık ve zararlıları ile mücadeleyi etkinleştirmek, hayvan hastalıkları ile daha etkin mücadele, gıda güvenliğini öncelikli bir alan olarak belirleyip, halka daha kaliteli ve sağlıklı gıda üretim ve arzını sağlamak; bitkisel üretim konusunda Tarım Bakanlığı’nın öncelikle olarak yapması gereken görevlerdir. Bizler de tüketici olarak ilk önce ambalajların üzerinde Tarım Bakanlığı’nın üretim iznini arayarak, üretim sırasında hangi katkı maddeleri kullanılmış sebze – meyvenin ekolojik olanı nerede bunları arayıp hayvansal ürünlerde daha sağlıklısını ve katkısızını nasıl alabiliriz konularında bilgilenmemiz gerek. El yardımıyla, içgüdüyle, önseziyle yol bulunmuyor. Gıda güvenliği konusunda kimin, neyi, ne kadar doğru söylediğini gerçekten bilemiyoruz. Hele bu Nahçıvan’dan kolayca süzülüp gelerek satışa sunulan gıdalar konusunda ise ne bir izin belgesi, ne bir fiyat etiketi ne de uzman görüşü. Yetkilileri uyutan ninnilerin hangi makamdan olduğunu bilsek de asıl uyutulması gereken üçkâğıtçılar üzerinde denesek. Ne bembeyaz çıtır ekmek, ne bir dilim peynir, ne domates ne et nede insanlık hepsinin müsveddeleri çıktığı için hiçbirinin eski veya gerçek tadı yok. Her şey el kiri denen kâğıt parçalarına kurban verilmiş. Depremle yaşamayı öğrenemedik ama kimyasal atıklarla yaşamayı öğreniyoruz galiba! Kısalan yaşam ortalaması ve sağlıksız nesiller pahasına olsa bile…