Kur’ân’ın Lisanı, Arap dilini, en fasîh ve belîğ kullananlardan birisi de Sevgili Peygamberimizin Kızı, Fâtımetü’z-Zehrâ radiya’llâhu anhâ idi. 

Hazreti Fâtımetü’z-Zehrâ radiya’llâhu anhâ, Nebiyy-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Muhtereme Kerimesi ve Müslüman kadınlarının Seyyidesidir (Efendisidir). Vâlidesi, Hâdicete’L-Kübrâ radiya’llâhu anhâ’dır. Bir rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin kızlarının en küçüğü idi. Fakat akl-ü zekâ, hüsn-ü cemâl, züht-ü takvâ cihetiyle hepsinin en yükseği ve âlâsı bulunuyordu. Ebû Said-i Hudrî radiya’llâhu anh’den, merfûan, rivayet olunan bir hadis-i şerif’te Resûl-i Ekrem Efendimiz: 

- “Fâtıma, cennetteki kadınların seyyidesidir”, buyurmuştur. 

Misver bin Mahreme radiya’llâhu anh’ten rivâyet olunan başka bir hadis-i şerifte de: “Fâtıma benden ayrılmış bir cüzdür, onu hoşnud eden bir şey, beni memnun eder. Ona eza veren her şey de, beni ezâlandırır.” buyurmuştur. 

İbn-i Mes’ûd radiya’llâhu anh’den, merfûan rivayet edilen bir başka hadiste de: 

- Fâtıma, ismetini muhafaza etmiş bir kadındır. Cenab-ı Hak kendisini ve zürriyyetini cehennem’e haram kılmıştır,” buyrulmuştur. 

Hazreti Fâtıma, Hicret-i Seniyye’den on üç sene evvel Mekke’de dünya’ya gelmiştir. Uhud vak’a’sından sonra, Cânib-i Nebevî’den, Ali İbn-i Ebî Tâlib’e nikahlanmıştır. Hazreti Fâtıma, onbeş yaşını altı ay tecâvüz etmişti (geçmişti). Hazreti Alî de, yirmi bir yaşındaydı. Resûl-i Ekrem Efendimizin diğer kerimelerinin evlâdı olmayıp, olanların da küçük yaşlarında vefat etmiş olmalarından dolayı, Resûl-i Zî-Şân’ın nesl-i Pâki, Hazreti Fâtıma’nın evlâd ve ahfâdından münhasır kalmıştır. Hasan, Hüseyin, Muhsin isimlerinde üç erkek ile Ummü Gülsûm, Zeynep isimlerinde iki kız evlâdı dünya’ya gelmiştir. 

Hazret-i Fâtıma, duru beyaz bir simâya sahip olduğundan (Zehrâ) lakabıyla yâd buyrulmuştur. Zühd-ü tavası gibi ilmî ve edebî hissi de çok yüksekti. 

Peder-i âlîleri Hâtemü’L-Enbiyâ Efendimizin irtihal-i dâr-i bekâ buyurduklarında, bir kerre Ravza-i Mutahhareyi ziyaret edip üzerinden bir kabze (avuç) toprak alıp aşağıdaki mersiyeyi söylemiştir: 

“Mefhar-i âlem salla’llâhu aleyhi ve sellem’in merkad-i mübârak-i ıtır-nâkini koklayan insan, müddet-i hayatında en kıymetli kokuları koklamaktan ebedî müsteğnî olur. Babam, Server-i Enâm salla’llâhu aleyhi ve sellem’in irtihâl-i hengâmi gönlüme öyle kara musîbetler döküldü ki, bu âlem ve mesâib şu gündüzler üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler gece kesilirlerdi. 

MANZÛM TERCÜMESİ: 

“Muhammed Mustafa’ya ravza-i rıdvân olan hâki 

Kokanlar istemez kokmak bahâdar hiç ıtırnâki 

Vefâtıyla döküldü gönlüme öyle mesâib kim 

Leyâl âsâ karartırdı dökülseydi şu eflâki”... 

Enes İbn-i Mâlik radiya’llâhu anh’den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: 

Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem(in hastalığı vefatı günü zevâle doğru çok ağırlaştı). Ağırlaşınca (sık sık) bayılmaya başladı. Bundan müte’essir olan Hazret-i Fâtıma: Vay babamın ıztırâbına di(ye ağlamaya başladı). Resûl-i Ekrem Kızım! Bugünden sonra babanın üzerinde hiç ıztırap kalmayacaktır di(ye teselli et)ti. 

Enes İbn-i Mâlik’in bu hadisinin Buhârî metnin alt tarafı da vardır. Ve meâli şöyledir: Enes İbn-i Mâlik der ki: Resûl-i Ekrem vefât edince Hazret-i Fâtıma: Ey Rabbin, da’vetine icabet eden babam, ey Cennetü’l-Firdevs’de makâmı olan babam, ey Cibrîl’e ölümünü haber verdiğimiz babam! Hüzün ve te’essürünü izhar etmişti ve Hâtemü’L-Enbiyâ defnolunduktan sonra da Enes İbn-i Mâlik’e hitap ederek: Ey Enes! Derin bir muhabbetle sevdiniz (o gülgün vücudunu tozdan esirgediniz) Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in üstüne toprak saçmaya gönlünüz nasıl râzı oldu? diye bir hüzün ve keder sorgusunda bulunmuş ve fakat Enes te’eddüben bir cevap vermemiş. Bununla beraber Lisân-ı hâl ile: Hayır, Yâ Fâtıma! Gönlümüz hiç râzı olmadı. Fakat biz, Resûlullâh’ın emrine imtisâl ile cebr-i nefs ederek bu işi gördük, demiştir. 

Buhârî şârihlerinin ihtarlarına göre, Haz.Fâtıma’nın “Vay babamın ıztırâbına!” diye ağlaması ve emsâl-i Te’ellümü şer’a münâfî olan mâtem çığlığı değildir. Tabiî olan bir hüzün te’essür çığlığıdır. Resûl-i Ekrem’in Fâtıma’yı men’etmeyip: “Kızım bugünden sonra babanın hiç ıztırâbı kalmayacaktır!” diye cevap vermesi bunun delilidir. 

Sahîh rivayetlere göre, Hazret-i Fâtıma radiya’llâhu anhâ, Resûlullah’ın irtihâl buyurmasından sonra altı ay yaşamıştır. Ve bu müddet zarfında bir kerre bile güldüğü görülmemiştir. Dâima kendisini mâtem-engiz ebedî övgülerle avutmuştur. 

Şârih Kastalânî’nin nakline göre aşağıdaki beyitler de Cenab-ı Hazret-i Fâtıma mersiyesi cümlesindendir. 

“O gün, gök-yüzünün ufukları bozardı, 

Gün ortasında güneşin ziyâsı körledi, 

Asr-ı evvel ve sânî zamanında kâinâtı zulmet içinde bıraktı. 

Peygamberin vefatından sonra kürre-i arz ona te’essürüden ve şiddetli ıztırâbından bir kum yığını oldu. 

Artık şimdi şarkın, garbın şehirleri ona ağlasun!

Mudar ve Yemen’in bütün kabileleri mâtem tutsun!” 

Ve: Üzerime öyle musîbetler döküldü ki, bu musîbetler gündüzler üzerine dökülseydi nurlu gündüzler simsiyah gece olurdu.” Beyitleri de yine Hazret-i Fâtıma radiya’llâhu Anhâ’ya aiddir. 

Şiir, Kur’ân dili, Lisân-ı Arab’a vakıf olanlar için, az cümlelerle çok ma’na’yı ifade etmek üzere kullandıkları bir san’attır. 

“Dert söyletir, aşk ağlatır,” denilmiştir. Dertliler umûmiyetle dertlerini şiir’le dökerler. 

Hazret-i Ömer radiya’llâhu anh’in hilâfeti sırasında, bir Ârâbî, Hicaz topraklarında seyâhati esnasında Medine’de bir-kaç gün konaklar. Bineği-devesi hastalanır ve ölür. Nâçâr, etrafındakilere, “Devem öldü, yeni bir deve veya başka bir binek alabilecek param da yok! Şimdi ben ne yapacağım? diye dert yanınca, Medine’li’ler, kendisine, “Halifemiz, adil ve çok merhametlidir, keyfiyyeti kendisine arzetmeniz halinde size bir binek-at veya deve verecektir,” derler. 

Â’rabî, Huzur-u Hilâfetpenâhi, Hazret-i Ömer’in huzuruna varır. “Devesinin helâk olduğunu, yeni bir deve veya at alabilecek parasının olmadığını beyanla, yoluna devam edebilmesi için kendisine bir deve veya at, bir binek verilmesini talep eder. Halife Hazret-i Ömer, ilk anda bu Â’rabî’yi samimî bulmaz, doğru söylemediğini zanneder ve talebini red’eder. 

Bunun üzerine, Ârâbî, hemen oracık’da şu beyti inşâd ediverir: 

“Akseme bi’llâhi, Ebû Hafs’ın Umer, Mâ Messehâ min nakabin velâ deber.” 

İğfirlehû Allâhümme, in kâne fecer.” 

(Ebû Hafs Ömer, Allah’a yemin ederek, benim deveme helâk ve hastalık kondurmadı. Allah’ım! Eğer, Ömer günah işlemişse onu bağışla!...) 

Bu beyti duyunca, Â’rabî’nin samîmî olduğunu idrâk eden Halife Ömer, kendisine Beytü’l-Mâl’den bir Hecin Devesi verilmesini, kâfi derecede azıkla uğurlanmasını emretti. 

Fesâhat ve belâgat kitaplarında, birbirine yakın harflerden oluşan ve telaffuzu zor bir metne misâl vermek üzere şu beyti zikrederler: 

“Ve Kabr-u Harb’in bi’mekânı gufrin. Ve leyse Kurbe Kabr-i Harbin Kabru,” 

(Harbin kabri, tenha bir yerdedir. Harbin kabrinin yakınında, başkaca bir kabir yoktur.)