Meyva ağacından haber verir. Mevlânâ da bir meyva, babasının meyvası. O da Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’den haber veriyor. Ki adı Muhammed Bahaeddin’dir. (1151-1228 / 1231 Konya)

Sultanü’l-Ulema yani âlimlerin sultanı olan Bahaeddin Veled, şahsında tüm büyük âlimlerin çağlar boyunca yaptıkları ve yapacakları asil davranışlara tercüman olmuştur.

Örnek olduğu hususlar, bugün de başımızı ağrıtan şeylerdir. Ki kimi müslüman kardeşlerimiz bu konularda tereddüt içindeler. Kararsızlık girdabında çırpınmaktalar.

Devlet-Vatandaş ilişkileri hakkında Bahaeddin Veled, sergilediği davranış biçimiyle bizlerin önünü aydınlatmakta.

Bazı ince mes’ele ve sorunları, gerçek mânâda görmemizi sağlamaktadır.

Tarihe baktığımızda bütün büyük din bilginleri, devletle çekişmemişler, devleti dillerine dolamamışlar.

Devletle halkın arasını açmamışlar. Halkı devlete karşı, asla kışkırtmamışlar. Hele devlet makam ve mevkilerine kat’a göz koymamışlardır.

Hattâ yapılan teklifleri geri çevirmişler. Devletin ayağına gitmemişler. Gitmişse devlet onların ayağına gitmiş.

Böylece o büyük irfan sahipleri, din ve ilmin izzet ve şerefini her şeyden üstün tutmuşlar. Din ve ilmin haysiyetini ayaklar altına almamışlar. İlmin ve dinin izzetini ayağa düşürmemişlerdir.

Ya ne yapmışlar? Devletin makam ve mevkilerinde gözleri olmadıklarını yaşayışlarıyla göstermişler. Sözleriyle doğrulamışlar. Tavırlarıyla ortaya koymuşlardır. Devletin başında olanları kendilerinden emin kılmışlar. İktidarlarını kaybetme endişelerine düşmelerine mahal olmadığını belirtmişler.

Nitekim, bir zaman gelmiş Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled, maddî-mânevî ilimlerde zirveye çıkmıştı. Çevresinde geniş bir halk kitlesi oluşmuştu. Manevî nüfusu gönülleri kendisine bağlamış. Kalbleri fethetmişti.

İşte bu durumdayken en yakın çevresi kendisine bir teklifte bulunmuşlar: Başlarına geçmesini istemişler. Buyruğuna gireceğini, onu koruyacaklarını söylemişler.

Fakat o, çok kimselerin başını döndürecek bu teklifi elinin tersiyle itmesini bilmiş:

“Bizim yolumuz Peygamberimize tâbi olmak, O’na uymak yoludur.” diyerek çok düşündürücü, çok anlamlı bir cevap ve yanıtta bulunmuştur.

Çünkü biliyordu ki o mübarek zâtı muhterem; Hz. Muhammed, tüm insanlar için gönderilmiştir. Kimseyi yerinden yurdundan etmek için gönderilmemiştir. Kimseyi mevki ve makamından etmek için görevlendirilmemiştir.

Bunun somut örneği İran’ın Yemen vâlisi Bâzân’ın (ö. 632) İslâmı kabul ettikten sonra da, İslâm devletinin ilk San’a vâlisi olarak, vâlilikte bırakılmasıdır.

Hz. Peygamber halkla -o zaman iktidar mevkiinde sayılan- ileri gelenlerin arasını açmamış. Halkı onlara karşı kışkırtmamış. Zamanın işçileri hükmündeki köleleri; patronları yerinde olan sahiplerine karşı harekete geçirmemiştir.

Kimsenin, İslâm’a gelmekle kaybedeceği maddî-mânevî bir şey olmayacağını göstermiş. Bilâkis maddî-manevî yönden kazançlı çıkacaklarını belirtmiştir.

Peki öyleyse bunca olay, bunca savaş neyin nesi denirse, deriz ki:

Bu inceliği anlamayan, başta Kureyşliler; sandılar ki İslâm olmakla, her yönden kayba uğrayacaklar! Bu yüzden Hz. Peygamber’e ve müslüman olanlara yüklendikçe yüklendiler. Ellerinden geleni arkalarına koymadılar.

Hz. Peygamber ve müslümanlar hep savunmada kaldılar. Sonraki başarılarının temelinde ise nefsî savunma vardır.

Fakat bu savunma, yerine göre baskın, yerine göre taarruz, yerine göre fetih ve alışlarla neticelenmiştir. Yok edilmek istenen müslümanlar, varlık mücadelesi vermişler. Galebe etmekle, yendiklerini de kendilerine zarar veremeyecek bir hürriyet ve imkâna kavuşturmuşlardır.