“Anlamayız hayatı felsefeyle ilimle/Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı...” diyordu bir şiirinde Hüseyin Nihal Atsız. Gençlik yıllarımın bir döneminde romantizmine epeyce takıldığım rahmetli Atsız Hoca’nın en fazla eleştirdiğim dizeleriyle başlamamın nedeni; herkesin her şeyi birbiriyle karıştırdığı tartışmalardır.
“Felsefesiz ve ilimsiz bir hayat”; işte Türkiye’nin gerçek panaroması,gerçek tanımı....Ortada felsefe olmayınca omurga,duruş,fikir namusu gibi hasletlerin hiçbirisine gerek kalmıyor.Sadece rakibinizin zayıf noktasını bulup ona oradan yüklenmeniz yetiyor. Muarızlarınızın “zayıf noktası” ise; mevcut egemen zihniyet iklimi ile çelişen, hâkim atmosfere ters düşen tutum ve uygulamalarıdır.
Bizim bütün duruş ve tavır alışlarımız; “esen yeller esen yeller” tegannisi eşliğinde oluşur adeta. Dünyada hangi rüzgâr güçlü eserse bizim ülkemizde herkes yüzünü o tarafa döner. Egomuzu ne kadar “Türk’e Türk propagandaları” ile şişirsek de, ifade etmekten utanıp sıkılsak da gerçeğimizin açık tarifi: “Az gelişmiş ülkedir”. Bununla birlikte “dünyanın efendilerine de haksızlık etmeyelim; lütfedip, çevre ülkeler için -bir türlü aşılamayan bağımlılık kısırdöngüsünü maskelemek amacıyla olsa gerek-yeni etiketler geliştirdiler: “Gelişmekte olan ülkeler, yükselen yeni pazarlar vesaire...”
Sonuçta dünya yerinde saymıyor; biz “gelişirken” elin adamı oturup kendini yakalamamızı beklemiyor. Konuyu daha fazla dağıtmadan esasa gelirsek: Az gelişmişlik bir bütündür, parçalanmaz. Keşke parçalanabilse. Azgelişmiş bir ülkenin siyaseti de, kültürel tartışma düzeyi de, insan-insan ilişkileri de bu hastalıktan nasibini alır. Ruhumuz, kişiliğimiz bu genel az gelişmişlik havasını soluyarak oluşur ve bir gün aynaya dikkatlice baktığımızda benliğimizin derinlerinde “geri kalmışlığın” kanayan yaralarını görürüz.
Nasıl mı? En hazzetmediklerimizle aslında aynı madalyonun iki yüzü kadar “farklı olduğumuzu”(!) görmek mesela, canımızı fena acıtır: Kimimiz çağdaş olmayı rakı içmek ve mini eteğe indirgeriz,kimimiz “başımıza gelen bütün musibetleri” rakı ve mini eteğe yükler ne zaman “dini bütün müminler olursak o zaman kurtulacağımıza” inanırız. Veya rahmetli Atsız’ın bir şiirinde ifade ettiği üzere;”Yüzde yüz Türk olduğu”muzda cihanın bizim olacağına inanırız. Bu söylemlerin hepsindeki ortak nokta: “İnanırız” gerçeğidir. Aslında aynı madalyonun iki yüzünü ifade eden bir zihniyet kalıbıyla kendimizi ifade ettiğimizin farkında bile değilizdir. Şiddetle saldırdığımız hasımlarımızdan bir farkı yoktur mantığımızın, genellikle. Muhalifsek, zulme karşıysak “zulmetme “erkine sahip olmadığımız içindir. Hırsızlığa karşıysak çalıp çırpacak noktadan uzak olduğumuz içindir. Ahlaktan, herhangi bir erdemden kaynaklanmayan “kahramanlıklarımız” saymakla bitmez. Onun içindir ki bir gün millet bize iktidarı verdiğinde bize zulmedenlerin yüzünü kızartacak bir erdemler inkılâbı yaratmaktansa, olanca gücümüzle “intikamımızı almaya” yöneliriz. Artık kitlelerin hınç tatmini adalet talebinden daha önemli görünmeye başlanmıştır. Her ne kadar farklı olduğumuzu vurgulayarak iktidara gelmişsek de ilk yapacağımız icraat aslında hiçbir farkımızın olmadığını ispata çalışmak olacaktır.
Gerçeği, -daha açık ve yalın bir ifadeyle- “hayatın gerçeklerini” anlamak istemeyiz; biz hayatı inandığımız kalıplara uydurmak isteriz. “Gerçekler acıdır” diyor ya bir damarımız; biz o “acıyı” çekmeyi göze alacak cesaretten yoksunuzdur çoğu zaman. Düşünmeyiz, inanırız! Düşünmek uykusuz geceler ve mutsuzluktur. İnanmak huzur verir.
Bunları neden yazdım şimdi?...Bütün bu makro çelişkilerimizin insan tekleri olarak kendi küçük dünyamızda derin kökleri olduğuna inanıyorum da ondan.
Felsefe üretemeyen zihinlerimizi dogmalara teslim ederek; dogmatizmin “her şeyi bilen ve çözen” mekanik kalıplarında uyuşmaya bırakmanın adı;“idealizm” ya da “dava adamlığı” oluveriyor birden. Batı karşısında yenilmeye başladığımız günden beri “dava adamı” yetiştirmekteyiz. Haklarını yemeyelim; Yeni Osmanlılar; Jöntürkler, İttihatçılar büyük işler başardılar ve zamanlarını biçimlendirebildiler. Lakin bu dava adamı kuşaklarının ideallerini, bıraktıkları mirası geleceğe taşımanın yolu; hayatımızdan “felsefeyi, bilimi” çıkaran akıldışı bir maceracılığın ve nefret söylemlerine sürüklenme kolaycılığının ötesine geçebilecek kudrete sahip olmaktan geçiyor. O kudret de kişioğlunun biricik hazinesi olan “akıl”dan başkası değildir. Aklımızı bize nefret söylemlerini aşılayanlara inat felsefenin ve bilimin emrine koşmakta tereddüt etmemeliyiz.
Özet yerine benim de dilimden şu dizeler dökülsün bari:“Anlamazsak hayatı felsefeyle ilimle/ Geçip gider ömrümüz karanlıkta zulümle.”