BATI CEPHESİNDEN BAKILDIĞINDA, GENİŞLETİLMİŞ BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (GBOP)’NİN KAPSAMA ALANINDA YAŞANMAKTA OLAN "ARAP BAHARI" HAREKETLENMELERİ EŞLİĞİNDE AKDENİZ HAVZASINDA, ÖZELLİKLE DE DOĞU AKDENİZ’DE, TÜRKİYE'Yİ GERİ PLANA İTEREK İSRAİL'İ ÖNE ÇIKARMAYI HEDEFLEYEN RADİKAL BİR JEOPOLİTİK DEĞİŞİM YAŞANMAKTADIR. TÜRKİYE’NİN, KIBRIS KONUSUNDA SESİNİ YÜKSELTMESİ, DOĞU AKDENİZ’DE SEYRÜ SEFER SERBESTİSİ KONUSUNDA İSRAİL’E YÖNELİK 5 MADDELİK ÖNLEM PAKETİ AÇIKLAMASI, BU JEOPOLİTİK DEĞİŞİMDEN DUYDUĞU KAYGILARLA İLGİLİDİR. Önceleri Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak duyurulan, daha sonraları kapsama alanının genişletilmesiyle Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP)'ne dönüştürülen Kuzey Afrika'dan Afganistan'a uzanan ve büyük bir çoğunluğu Müslüman olan coğrafyanın”Arap baharı” eşliğinde “demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerlerle tanıştırılması” çalışmaları, küresel kriz batağına saplanan Batılı ülkelerin ekonomilerine kriz öncesindeki büyüme temposunu kazandırabilmek amacıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki petrol yataklarını yağmalama ve enerji dağıtım yollarını kontrol altına alma operasyonları, doğası gereği, aynı zamanda, Akdeniz'i bir "Batı gölü"ne dönüştürme projesidir. Batı cephesinden bakıldığında, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP)’nin kapsama alanında yaşanmakta olan "Arap baharı" hareketlenmeleri eşliğinde Akdeniz havzasında, özellikle de Doğu Akdeniz’de, Türkiye'yi geri plana iterek İsrail'i öne çıkarmayı hedefleyen radikal bir jeopolitik değişim yaşanmaktadır. Türkiye’nin Kıbrıs konusunda sesini yükseltmesi, Doğu Akdeniz’de seyrü sefer serbestisi konusunda İsrail’e yönelik 5 maddelik önlem paketi açıklaması, bu jeopolitik değişimden duyduğu kaygılarla ilgilidir. Bu dikkat çekici değişim bağlamında, “Arap baharı” eşliğinde yaşanmakta olan gelişmeler ve Akdeniz’in giderek bir “Batı Gölü”ne dönüştürülmesi çalışmaları, Türkiye’nin, çok uzak olmayan bir gelecekte, güneyinden yükselmekte olan tsunami dalgaları ile boğuşmak durumunda kalabileceğine ilişkin ciddi işaret fişekleri olarak değerlendirilmelidir. Önümüzde gittikçe netleşmekte olan bir gerçek var: Türkiye’nin yakın gelecekteki gerçek gündemi Suriye, Irak ve Kıbrıs/Akdeniz odaklı gelişmeler olacaktır. “Kıbrıs: Türkiye’nin Hayati Sorunu” başlıklı sohbetimizde, Akdeniz’de suların giderek ısınmakta olduğundan, enerji merkezli bir güç gösterisi yaşandığından söz etmiştik. Kıbrıslı Rumların adanın doğusunda doğalgaz arama çalışmalarını öne almaları, İsrail’in Noble Energy şirketi üzerinden ABD’yi de işin içine çekmesi, Yunanistan Deniz Kuvvetleri’nin teyakkuza geçmesi, Libya’dan sonra Suriye’ye de bir NATO müdahalesinin gündeme gelmesi, Başkan Obama’nın açıkladığı Yeni Savunma Stratejisi’nde Türkiye’nin dışlanması gibi gelişmeler, ABD/İsrail’in orkestra şefliğinde Akdeniz’i bir “Batı Gölü” ne dönüştürme projesinin ilmekleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bu söylemler, İsrail politikaları karşıtlığı, her olumsuzluğun gerisinde bir Yahudi komplosu arama çabası ya da anti-seminist bir propaganda değil de, Sovyetlerin dağılması sonrasında ortaya çıkan ve küresel kriz sonrasında giderek netleşen bir durum tespiti olarak algılanmalıdır. ABD KÜRESEL AKTÖRLÜĞÜNÜ OSMANLI STRATEJİSİ ÜZERİNDEN SÜRDÜRMEK İSTİYOR GBOP coğrafyasının halk hareketlenmeleriyle dalgalanması, uzun yıllar Batı'nın desteği ile iktidarlarını sürdürmüş olan "demir yumruklu diktatörlerin" birer birer devrilmeleri, petrol zengini ülkelerin ekonomik kriz batağına saplanmış sömürgeci ülkeler tarafından post-modern yöntemlerle işgal edilip parçalanmaları, Libya'dan sonra Suriye'nin de bir yönetim değişikliğine zorlanması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin İsrail'le işbirliği yaparak, adanın doğusunda 12. Afrodit parseli adını verdiği bölgedeki zengin doğalgaz yataklarını sahiplenmesi, İsrail'in, ABD'nin desteği ile bir enerji terminaline dönüştürülmekte olması, ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla çelişmesinden dolayı Türkiye’yi, hiç de arzulamadığı halde, Batılı dostlarıyla karşı karşıya getirebilecek gelişmelerdir. Küresel aktörlüğünü Osmanlı yönetim stratejisi üzerinden sürdürmek isteyen ABD, yeni dünya düzeni oluşturma bağlamında Avrupa'da, Afrika'da, Kafkaslarda hatta Asya içlerinde gerçekleştirdiği operasyonlarda, Osmanlı'nın yönetim esaslarını kullanmaktadır. I.Dünya Savaşı sonrasında kağıt üzerinde oluşturulan yapay devletlerin de Osmanlı yönetim parsellerine uygun, fakat sömürgecilerin “böl ve yönet” formülüne hizmet edecek şekilde parçalanmakta olması, bir zamanlar "Osmanlı Gölü" olan Akdeniz’in İsrail önderliğinde bir "Batı Gölü"ne dönüştürülmek istenmesi, Türkiye’yi bölgesel denklemden düşürmeyi hedefleyen girişimler olarak algılandığından, rahatsızlık yaratmaktadır. AKDENİZ’DE DENGE SAĞLAYACAK BİR BAŞKA GÜÇ YOK Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’lardan bu yana, Akdeniz’de denge sağlayacak başka bir deniz gücünün bulunmaması, Akdeniz’in bir “Batı Gölü”ne dönüştürülmekte olduğu iddialarını ciddiye almamız gerektiğinin en akla yatkın argümanıdır. Türkiye, Sovyeler Birliği'nin dağılmasından bu yana, Akdeniz'de ve özellikle de Kıbrıs'ta dengelerin kendi aleyhine gelişmekte olduğunun farkındadır. Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılması sonrasında, Akdeniz giderek bir "Batı gölü"ne dönüşürken, küresel konjonktür, Türkiye'yi tarihi ve kültürel bağları olan ülkelerden ve coğrafyalardan uzak tutacak gelişmeler göstermiştir. Soğuk Savaş döneminde Mısır, Cezayir, Suriye ve Libya limanlarında bir müttefik olarak bayrak gösteren ve NATO'ya karşı bir denge unsuru oluşturan Rusya, bugün, Akdeniz ikliminde bir varlık gösterememektedir. Putin Rusyası, şimdilik Karadeniz egemenliği ile yetindiğini belli eden bir tutum sergilemektedir. 2016’da küresel ekonominin kaptan köşküne geçecek olan Çin, muhtaç olduğu enerjiyi alabileceği bütün ülkelerle iyi geçinme politikası izlemekte, Batı’nın egemenlik alanındaki bölgelerde bayrak göstermekle birlikte, çatışmalarda taraf olmaktan kaçınmaktadır. Küresel krizin etkisiyle giderek borç batağına sürüklenen Yunanistan ve AB’den beklediği maddi desteği alamayan Güney Kıbrıs Rum Kesimi de, kendi çıkar alanlarını genişletmek ve özellikle Doğu Akdeniz’de varlıkları keşfedilen petrol ve doğalgaz yataklarını sahiplenebilmek amacıyla, ortak kıyıları bulunan ülkelerle Münhasır Ortak Bölge anlaşmaları yapmaya başlamışlardı. Kıbrıs Rum Kesimi 17 Şubat 2007’de Mısır’la imzaladığı Münhasır Ortak Bölge anlaşmasını Birleşmiş Milletler(BM)’e de tescil ettirmişti. Türkiye 2004’te, Kıbrıslı Rumların, adanın tamamını temsilen AB üyesi yapılmalarına, elindeki BM onaylı garantörlük anlaşmalarına rağmen, ses çıkarmamış olmanın sıkıntılarını yaşamaya başlamıştı. Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan Türkiye de, adanın ortağı konumundaki Kıbrıs Türkü de, Rumların Mısır’la yaptıkları anlaşmanın BM tarafından onaylanmasını engelleme girişiminde bulunmamış ya da bulunamamıştı. Kıbrıs Rum Kesimi, adanın tamamını temsilen AB üyesi yapıldıktan sonra, BM’ye, Doğu Akdeniz’de 13 petrol arama alanını ruhsatı onaylattı. Kıbrıs Rum Yönetimi bu ruhsatları Shell, BP, Exxon Mobil, Lukoil gibi petrol devi şirketlere satarak milyonlarca dolar dolar kazanç elde etti. Türkiye’nin Washington’daki itirazları, yalnızca, Exxon Mobil’i Doğu Akdeniz sularında petrol arama yapmaktan vazgeçirebildi, ama Exxon’un boşluğunu İsrail’le 12. Parsel’de doğalgaz çıkarma anlaşması yapan ABD Noble Energy şirketi dolduruverdi. Bir zamanlar “Osmanlı Gölü” olan Akdeniz’in doğu parselinde, varlığı son yıllarda keşfedilen çok zengin hidrokarbon yataklarının işletime ruhsatını, Türkiye’nin “izniyle” AB üyesi yapılan 600 binlik bir kasaba devleti veriyor artık! Küresel konumu, tarihi ve kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinlik ile yalnızca bölgenin değil, eski Osmanlı coğrafyasının ve Türk Dünyası’nın yükselen yıldızı olan bir ülkenin, kendini çok daha başka boyutlara taşıyabilecek böyle bir fırsatı ıskalaması, açıklaması çok zor bir durumdur. MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGELER Kıbrıslı Rumlar, Türklerin Doğu Akdeniz’in derinliklerindeki hidrokarbon servetine ilgisiz kalmalarından cesaret almış olmalılar ki, 17 Ocak 2007’de Lübnan’la, Mısır’la yaptıklarına benzer bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmalar, Türkiye’nin olası tepkisini ölçmeye yönelik operasyonlardı. Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan Türkiye, çok önemli bir uluslar arası hukuk maddesini gözden kaçırıyordu. 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesine göre, Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzalayan ortak kıyıya sahip ülkeler, karasularından itibaren 100-200 mile kadar uzanan suları, ekonomik çıkarları açısından dilediği şekilde kullanma hakkına sahip oluyordu. Hatta ülkeler, isterlerse, Münhasır Ekonomik Bölge’de yapay ada oluşturarak ülkelerinin topraklarını genişletebiliyorlardı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Lübnan’la yaptığı anlaşma, İskenderun, Mersin ve Antalya limanlarının önünü kapatıyor ve üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olan Türkiye’yi bir kara ülkesine çeviriyordu. Daha da önemlisi, Bakü-Tiflis- Ceyhan boru hattından petrol alacak tankerlerin Ceyhan limanına girmeleri tehlikeye giriyordu. Bu durum, ilerde Türkiye’yi saf dışı bırakarak, Ortadoğu’nun enerji terminali olmak isteyen İsrail açısından çok önemli bir gelişmeydi. Yarın: Hedef Akdeniz egemenliği