28 Şubat döneminin, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda yaptığı en büyük tahribat, bu dönem’de, istisnasız, bütün Türkiye çapında merkezî sistem’e geçilmiş olmasıdır. Merkezî sistem ezan, merkezî sistem va’az, isterseniz tefrîk edilebilinir. Biraz yürekli bir imam-hatip isterse, merkezî sistem va’az’ı, merkezî sistem ezanı kapatıp, kendisi va’az edebilir, kendisi ezan okuyabilir. Fakat, merkezî sistem hutbe böyle değil, Çemişkezek ilçesinin herhangi bir köyündeki imam da, Toros’ların yükseklerindeki imam da, Ankara’dan gönderilen hutbe’yi okumak durumundadır. 
Devlet-i Aliyye’mizde, Selâtîn Cami’i’lerin ve merkezi yerlerdeki cami’lerin, kürsü vâiz’leri bulunuyordu. Haftanın resmî ta’til günü Cum’a günü olduğu için de kürsi vâiz’leri Cum’a namazından sonra va’az ederlerdi. Bu va’az’larda cemaatin ihtiyaç duydukları dinî ve içtimâî bütün ihtiyaçlarına uzun uzun cevaplar verildiği için, Cum’a hutbeleri çok kısa okunurdu. 
Zirâ, Cum’a Hutbesi, Cum’a namazının bir parçasıdır, dinlenilmesi cum’a gibi farz-ı Ayn’dır. Sevgili Peygamber’imiz, “Cum’a günü, hutbe okumak üzere, imam-hatip minbere çıktığında, artık namaz da kılınmaz, dünya kelâmı da konuşulmaz.” buyurmuştur. Cum’a hutbesini dinlemekte olan cemaat, tahiyye oturuşu gibi oturur, sağa-sola bakmaz, namazı bozan hareketlerden kaçınır. Hutbe’nin formatı gereği, du’a ma’nası tazannum eden cümleler kullanır veya Hutbe esnasında, Sevgili Peygamber’imizin has ismi zikredildiğinde, cemaatten ba’zılarının “Âmin” demesi veya alışkanlık gereği Salavat-ı Şerife getirmesi dünya kelâmı kabul edilir, Cum’a namazının bütün ecrini alır götürür. 
Bu sebeple ve Cum’a namazında hazır bulunan yaşlı insanlar da dikkate alınarak Cum’a hutbeleri çok kısa tutulurdu. An şart olan Hamdele ve salvele’den sonra, “İbâde’l-llâh!” (Ey Allah’ın kulları) “Eyyühe’l-Mü’minûne’l-Hazirûn”, (Ey! Burada hazır bulunan mü’minler), “İttekullah’e ve Etîuh” (Allah’tan korkun ve O’na itaat edin), “İnn’ellâhe Ma’ellezine’ttekav Vellezînehûm muhsinûn,” (Muhakkak ki, Allah, Allah’tan korkan müttekîler ve iyilik yapanlarla beraberdir) diyerek hutbeyi bitirir. İkinci hutbe hamdele ve salvelesiyle de hutbe’den inerdi. 
Hutbe’lerde, uzun süreli Türkçe hitâbe Cumhuriyet döneminde başlatılmıştır. Nitekim, Mustafa Kemal’in emir ve ta’limatıyla, devrin Diyânet İşleri Reisi, aynı zamanda Ankara Meb’usu olan Rıfat Börekçi, 1927 yılında 52 haftalık bir serî hutbeler hazırlamış, bu hutbeler Osmanlıca olarak bir kitap halinde bastırılmıştır. 
Bu hutbe’lerden ba’zı örnekler şöyledir: 
“Çalışan mükâfâtını görür, Vatan müdafaası, Tayyare Cemiyetine Yardım, Temizlik, Ticaret, San’at, Ziraat, İçkinin fenalığı, Hekim, İlaç ve Hastalık” gibi başlıklarla verilmiş uzun Türkçe hutbeler.
Bu dönemde, hutbe’ler merkezî’leşmekle kalmamış, devrin Diyânet İşleri Başkanı tarafından ki, -bu tarihlerde Diyânet İşleri Başkanı M.Nuri Yılmaz idi.- müftülüklere formel bir hutbe gönderilerek, bütün cami’lerde, bundan böyle hutbe’lerin böyle okunması emredilmiştir. 
Bu formel hutbe’de, “Allah’ım! İslâm’a ve Müslümanlara yardım et!” diye başlayan tam bir bid’at olan bir du’a zorunlu kılınmış, Aziz Milleti’mizin İslâm’la şerefyâb olduğu yıllardan i’tibâren, bin yıldan fazla bir zamandan beridir, an şart olmamasına rağmen, hutbe’de, Salvele okunurken Peygamber’imize, âli’ne salavattan sonra, Hulefâ-i Raşidîn’in, Haz.Ebû Bekr es-Sıddîk, Haz.Ömer el-Fâruk, Haz.Osman-ı Zinnûreyn ve Haz.Ali Kerremellâhu Vechehû’nun isimleri de zikredilirdi. 
Bu formel hutbe ile bu zikir de kaldırılmıştır. 
28 Şubat dönemi Diyânet İşleri Başkanlığı’nın durumu ve günümüz İslâm Toplumunun durumu, çeşitli ihtilâflar, sünnet’lerin terki buna mukabil, çeşitli bid’at ve hurâfe’lerin sünnetmiş gibi, dinî emirmiş gibi telakkî edilmesi bakımından, Hicrî 9. Asır’da, Hindistan Müslüman’larının durumuna pek benzemektedir. 
Onun içindir ki, Zikr-i Hafî Yolu’nun Tarîkat-i Nakşibendiyye’nin Silsile-i Zeheb ve Silsile-i Saâdât’ın, 23. Halkası ve üçüncü Kutbu’l-Aktâb, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk es-Sihrindî Efendi Hazretleri, Hicrî ikinci bin yılının müceddidi olarak gönderilmiştir. 
Hindistan’da, Sâmâne beldesinde, bir hatip, Kurban Bayramı hutbesinde, Hulâfa-i Râşidîn Efendilerimizin isimlerini zikretmemiş, cami’de hazır bulunan cemaatten i’tiraz edilmiş, hatip kendilerinden, özür dileyip, “unuttum, bundan sonraki hutbelerimde zikredeceğim,” diyeceği yerde, inat ve temerrüd ile, “Zikretmiyorum, bundan sonra da zikretmeyeceğim,” diye mukabele etmiş. 
Ahâli de, bu hatib’e “senin insaf’ın ve edebin yok mu? Senin Ehl-i Sünnet i’tikadına hiç mi hürmetin yok” diye ta’zir edeceğine sükûnetle karşılamışlar... 
Durum, bir mektupla İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni Hazretlerine bildirilmiş. 
İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu mektub’a verdiği cevabında! Vâh! Milyonlarca kerre yazıklar olsun! Cum’a ve bayram hutbelerinde, Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimizin isimlerinin zikri, her ne kadar şart değilse de, “Allah say’lerini meşkûr eylesin! Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in şiârındandır. Bilerek ve inatla, temerrüd göstererek zikretmiyorsa, bu hatibin kalbinde ma’nevî hastalık, ruhunda habâset vardır.
Bilâd-ı Hint’de ve âlem-i İslâm’ın diğer memleketlerinde asırlardır, hutbelerde, Hulefâ-i Râşidîn’in isimleri zikredilirken herhangi bir hatip inat ve ısrarla ve temerrüd göstererek zikretmiyorsa, Ehl-i Sünnet’in şiârından olan, “Tafdîlü’ş-Şeyheyn” Haz.Ebû Bekr ve Haz.Ömer’in, sırasıyla, sahâbe’nin ve Peygamber’lerden sonra insanlığın en faziletlileri olduğuna inanmak, “Muhabbetü’l-Hateneyn” (iki bacanaklar) ki, Peygamber’imize damat olma şerefine nâil olmuş, Haz.Osman ile Haz.Ali Efendimizi de sevmek ve hiçbirisi arasında herhangi bir tefrik’te bulunmamak... 
Bütün Ehl-i Sünnet’in kabul ve tesbit ettiği bu hususlara karşı gelerek, Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerini zikretmiyorsa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolundan sapmak ve rafizılığı iltizam etmek olur. 
Muhtemelen bu hatip, Keşmir’deki bid’at ve dalâlet ehlinden ilham almaktadır. Bilinmesi ve anlaşılması gereken şudur: 
- Haz.Ebû Bekr ile Haz.Ömer radiyallahu anhûma’nın, Peygamber’lerden sonra bütün insanların, pek tabiî, Ashab-ı Kiramın en faziletlileri oldukları, sahabe’nin ve tâbi’în’in içmaı ile sâbittir. İmam-ı Şâfiî rahimehüllah başta olmak üzere, bütün din büyüğü imamlarımızın da bu hususta ittifakı vardır. Şeyh Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, “Önce Haz.Ebû Bekr’in, sonra da Haz.Ömer’in diğer ümmet karşısında fazilet’leri kati’dir,” buyurmuştur. 
Tevâtüren sâbittir ki, Haz.Ali radiya’llahu anh Efendimiz, halifeliği zamanında, kendi taraftarlarının “Cem-i Gafîr” çok büyük bir kalabalık oluşturduğu kendi hükümranlığı altında bir yerde, kürsüde, bizzat Haz.Ali Efendimiz, “Hiç şüphe yoktur ki, Haz.Ebu Bekr ile Haz.Ömer bu ümmetin en faziletli şahsiyet’leridir,” buyurmuştur. 
İmam-ı Buhârî ki, Buhârî’nin Hadis Külliyatı, Allah’ın kitabı, Kur’ân-ı Kerim’den sonra bütün kitapların en sahih kitabıdır. 
İşte bu kitap’ta, Buharî’nin rivayet ettiği bir hadis-i Şerif’te, Haz.Ali radiya’llâhu anh, şöyle buyurmuştur: 
- “Nebî aliyhissalâtü ve’sselâm’dan sonra, insanların en hayırlısı, Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra da başka bir mübârek zât. Bu anda, oğlu Muhammed İbn’il-Hanefiyye, araya girerek, sonra da sensin,” dedi. Bunun üzerine Haz.Ali, “Ben, Müslüman’lardan herhangi bir neferim,” dedi. 
Buna benzer sahâbe ve tâbiîn’in büyüklerinden pek çok rivayet vardır. Aksini iddia edenler ya câhildirler, ya da her türlü ölçüyü kaçırmış, insafsız bid’at ve dalâlet sahibidirler. 
Biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ashab-ı Kiram’dan hepsini sevmek’le me’mur, onlara eza’dan memnu’nuz. 
Haz.Osman ile Haz.Ali Peygamberimiz’in en yakınlarındandır, Sahâbe’nin büyüklerindendir. Öyleyse muhabbet ve meveddet gösterilmesi bakımından, insanlar arasında en lâyık olanlardır. 
“İşte Allah’ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği ni’meti budur. De ki; Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ 42/23) 
Resûlüllah’ın yakınlarını, Âlini, Âl-i âbâ-i Muhammed’den olanları, Ehl-i Beytini sevmek ve onlara yakınlık göstermek bütün Müslüman’ların üzerine farzdır. “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, benden sonra, onlara, garaz ve düşmanlıkta bulunmayın. Her kim ki onları severse benim muhabbetim onlarla beraberdir. Her kim ki de onlara buğuz ederse benim buğzum da onlara buğuz besleyenleredir. Her kim onlar’dan birine eza ederse bana eza etmiş olur, her kim bana eziyet ederse, Allah’a ezâ etmiş sayılır. Allah’a eziyet etmeye yeltenenlerin de Allah tarafından muahâze edilmeleri pek yakındır.” 
Tespitlerimize göre, 28 Şubat döneminin Başbakan’larından, İslâm Kültürü’nden mahrum olan bir zât’a, gönüldaşları, ba’zı şîî’ler, “Cum’a ve Bayram hutbe’lerinde, Ebû Bekr, Ömer ve Osman isimlerinin zikredilmesinden biz rahatsızız, ayrıca bu bölücülük de teşkil etmektedir,” demişler. Bunun üzerine, devrin Başbakanı, her ne denilirse makam uğruna kabule hazır, devrin Diyânet İşleri Başkanı’na ta’limat vermiş.. Böylece, hazırlanan bir formel hutbe ile işi bitirmişler. Diyânet İşleri Başkanlığı’nda, bu ashap düşmanlığı, bu Ehl-i Sünnet düşmanlığı ve de şîa dostluğu ve hayranlığı devam mı ediyor ki, hâlâ Türkiye’deki bütün cami’i’lerde, Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimizin isimleri, Cum’a ve Bayram hutbe’lerinde zikredilmiyor? 
Kendileri de bir Hadis Mütehassısı olan, Diyânet İşleri Başkanımız, bu konuda hâlâ niçin sükûtu tercih etmektedir. 
Yoksa, bizim bilmediğimiz başka hususlar mı vardır? En azından bu istikâmette bir açıklama yapılabilir...