YENİ ANAYASA

‘İlim adamı’ / ‘halk adamı’ sıfatlarını nefsinde birleştirebilen Prof. Dr. NEVZAT YALÇINTAŞ ile hazırlanacak olan YENİ ANAYASA üzerine konuşmaya devam ediyoruz:

(İKİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Başörtüsü zulmüne mâruz kalanların size, duygulu anlar yaşattığı; Kırım’da ve Antalya’da cereyan eden, birbirine benzer iki olay var…
Prof. Dr. Yalçıntaş: Sovyet Rusya dağılmaya başladığında TV yapımcısı yakın dostum Sayın Zafer Karatay’la, bir heyet halinde Kırım’a gittik. Bahçesaray’da, Giray’ların Han Sarayı’nda, Taşavlu’da, 70 yıl sonra ezan okunarak “Şükür Namazı” kıldık. Namaz ve duadan sonra soydaşlarımız önce birbirlerine sarıldılar, tebrik ettiler ve gözyaşları boşalmaya başladı. Sevinç ve heyecanın son noktasında olan Kırımlı soydaşlarımız sonra bana geliyor boynuma sarılıyor ve başlarını omzuma dayayıp ağlıyorlardı.
Bunlardan iş adamı bir genci çok net hatırlıyorum. Benden uzun boyluydu, boynuma sarılmış sağ omzuma başını koyup hıçkırarak ağlıyordu. Sırtını okşayıp teselli etmeye çalıştım. Kucaklaşmalar, tebrikler sona erdiğinde, hayretle ceketimin omuzlarının ıslanmış oluğunu gördüm. Bu ilk defa oluyordu. Fakat bunlar Kırımlı kardeşlerimin sevinç gözyaşlarıydı. Onlar kendi vatanlarında, tarihî başkentlerinde, Giraylar Sarayı’nın avlusunda serbestçe, hep beraber şükür namazını, şehri dolduran gür ezanı dinleyerek kılmışlardı. Saray içindeki süngülü muhafızlar da bu olayı sessizce seyretmişlerdi.
Burada şüphesiz konumuz Kırım ve orada çöken Sovyet rejimi sonrası kavuşulan din ve ibadet hürriyetini anlatmak değil. Fakat omuzlarımın gözyaşları ile ıslandığı bu olay ilk defa olmuştu fakat son değildi. Benzer bir olayı kendi ülkemizde, hemen tamamı Müslüman olan Türkiye’de Selçuklunun, Osmanlı ve Cumhuriyetin güney Kalesi muhteşem ve narin Antalya’da yaşadım.
Başörtüsü yasağının terör estirmeye dönüştüğü zamanlardı. Antalya’ya, başmakale ve yazılarımı yayınlayan Türkiye Gazetesi’nin şehirdeki bürosuna gitmiştim. Oradaki görevliler, benim büroya geleceğimi öğrenen bir kişinin beni beklediğini söylediler. Bu 50 yaşlarında, dinç, yapılı, sanki Toroslardan şehre gelmiş mütevazı bir aile babasıydı. “Bana Antalya’da üniversitede Tıp Fakültesi’nde okuyan ve son sınıfa gelmiş kızından bahsetti. O’nun aileden yüksek öğrenime giden tek çocuğu olduğunu söyledi. Diğerleri henüz küçüktü. Anlatışından bu büyük kızını çok sevdiği görülüyordu. Hocam ümidimizi bu kızımıza bağladık. O mezun olup doktorluk yapacaktı, hepimiz çok ümitliydik. Senelerce ailece fedakârlık yaptık. Artık Fakültesini bitirmeye az kalmıştı. Fakat şimdi kızımı Fakültesine sokmuyorlar, sınıfta kalacağını hatta üniversiteden ceza verilip atılacağını söylüyor. Bütün sebep olarak başörtüsünü gösteriyorlar. Şimdi evimiz de başta kızım olmak üzere üzüntüler içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kızım ve annesi her gün gözyaşı döküyor” dedi ve “Torosların bu yiğit babası, bu yağız çiftçi gözyaşlarını döktü”.
Kırımdan sonra omuzum 2. defa ıslanmıştı. Fakat bunlar sevinç değil ıstırap gözyaşları idi, kendi öz vatanında, görevi gençliği yetiştirmek olan kişilerin katı, fanatik davranışları yüzünden.  Bütün isteği son sınıfa gelmiş, yakında doktor olmasını bekledikleri kızının Fakültesinden içeri sokulması ve derslere girebilmesiydi.
Bu acıklı manzara karşısında çaresiz babanın anlattıkları ve ağlaması beni etkilemiş ve ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım. Teselli edici bazı sözler söyleyerek ağlamasını durdurdum ve sonra da kızının konusuyla meşgul olacağımı ve hemen bazı temaslarda bulunacağımı vaat ettim. Karşımda bir aile dramı bir gençlik dramı vardı. Niçin ülkeye, değerli varlığımız yüksek öğrenim gençliğine hizmetle, onların yetişmesinden sorumlu kişiler, onların geleceğini alt-üst ediyorlar, öğrenimlerini önlüyorlardı? Sadece Antalyalı çiftçi babanın doktor çıkacak kızı söz konusu değildi. Başta İstanbul, bütün diğer üniversitelerdeki dindar kızlarımızın önlerini kestiler, terör estirdiler, sınavlara almadılar, örtüleri var diye iş vermediler çalışmalarına mani oldular. Bu kişiler nasıl bir zihniyet ve ruh yapısına sahiptirler?
Hatırıma derhal lisansüstü tahsilimi ve araştırmalarımı yaptığım Paris, Cean, Saıbrüken ve diğer Avrupa ve ABD üniversiteleri geldi, bunlar gerçek ilim ve öğretim kuruluşları idi. Orada okuyan öğrenciler ne kadar hür ve mutlu idiler. Benim ülkemin gençlerinin bir kısmı, o senelerde, ya anarşinin içine düşürülmüş, ya inançlarında samimi ve tutarlı oldukları için, pek çok zahmetle giriş hakkı kazandıkları fakültelerine giremiyor, kapılardan kovuluyorlar, diğer bir kısmı da zaruretler içinde kıvranıyorlardı.
Ayrıca Devlet Planlama Teşkilatında çok verimli geçen seneleri düşündüm. Kabiliyetli ve çalışkan genç uzmanlarımızla ülkemizin yüksek vasıflı insan gücü açığını kapatmak için yaptığımız planları, programları, çalışmaları…  
Bu acı duruma yol açıp, ilkel uygulamalara sebep olanlar, vicdanlarında insanî duygulara yer ayırmayan, her şeyi çağdışı ideolojilerin sloganlarına göre değerlendiren, fanatik ruh yapısına sahip her türlü meslekten kişilerdi. Ailelerimize ve on binlerce kız çocuklarımıza ve hanımlarımıza acı yaşattılar, ciddi kayıplara yol açtılar, gözyaşları akıttırdılar. Veballeri büyüktür.
Çetinoğlu: Sekiz yıllık kesintisiz temel eğitim kanunu ve meslek lisesi mezunlarına uygulanan çarpık katsayı uygulaması var…
Yalçıntaş: Yanlış bir lâiklik anlayışı ile sosyal yapımıza, millî bütünlük ve dayanışmamıza indirilen darbeler sadece yüksek öğrenimdeki tesettür meselesi ve bu hanımlara pek çok istihdam kapılarını kapatmadan ibaret değildir. İmam Hatiplerle birlikte, Kalkınma Plânlarımızın hedeflerine tamamen zıt bir şekilde bunların Yüksek Tahsil görme imkânlarını daraltılar. Bunu yapabilmek için bu okullardan mezun gençlerin önünü, hak ettikleri başarı puanlarını keyfi kararlarla düşürdüler. 28 Şubat Post-Modern Darbesi sonucunda ayrıca, isteyen ebeveynleri yazın çocuklarının Kur’an-ı Kerim okuma ve diğer din bilgilerini alma imkânlarına engel çıkardılar. 28 Şubat darbesinin bazı sorumluları ülkemizde hafız yetişme imkânını tamamen ortadan kaldırma girişimi yaptılar. Sonuç alamadılar.
İslâmi öğretim ve yaşama tarzına karşı olan bütün bu ve diğer icraatı yapan ve fikirleri ileri sürenler “Laik’’ olmanın gereğini yerine getirdiklerini iddia etmekte, ülkemizde sonu gelmez gerginliklere yol açıp milletçe bütünlüğümüz, dayanışma ve huzuru zedeleyip zayıflatmaktadırlar. Bu Cumhuriyetimizin en azından son 70 yıldır içine düşürüldüğü bir rejim zaafı olmuştur.
Demokratik Cumhuriyetimizde yanlış anlayış ve uygulamalar sonucunda ifade ettiği mananın özü ve gerçeğini kaybederek bir sosyal gerginlik ve hatta çatışma mefhumu haline gelen “Laik” kelimesi yerine, Yeni Anayasamızda medenî dünyanın pek çok ülkesinde kabul edilip benimsenen ve Türkçede yeri olan, içeriği derhal anlaşılan “dünyevi” (seküler) terimini kullanmak daha isabetli olacak. Sosyal yaşantımızı bölücü olan bu Fransızca terimin anlaşılmazlığı giderilecektir.
Çetinoğlu: ‘Laik’ kelimesinin dünya anayasalarındaki yeri nedir?
Yalçıntaş: “laik” terimi pek az devletin Anayasasında (Fransa, Meksika, Hindistan, Türkiye gibi) yer almaktadır. Daha çok sayıda ülke ise devletlerinin fonksiyonlarını “dünyevi” (seküler) olarak tanımlamakta ve bu çerçevede “din ve vicdan Hürriyeti”nin tam bir teminat altına almakta aynı zamanda da milletlerinin taşıdığı dinî inançlara yabancı olmamaktadır.
Çetinoğlu: Peki ‘dünyevî’ kelimesinin…
Yalçıntaş: Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra müstakil hale gelen Cumhuriyetlerde de benzer durumlar vardır. Bunlardan kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası buna örnek gösterilebilir. Azerbaycan, müstakil Azerbaycan Cumhuriyetinin Anayasasını hazırlarken, mutat olduğu gibi bir komisyon teşkil etmişti. Anayasa taslağını hazırlamakla görevli bir komisyonun Hukuk Profesörü bir üyesi Türkiye’ye geldi ve benimle de Azerbaycan’ın hazırlanmakta olan Anayasası konusunda istişarelerde bulundu. Burada hemen şu noktayı belirteyim ki Azerbaycan Devletinin istiklâli ile birlikte bazı temel ekonomik-malî kanunların hazırlanıp Millet Meclisine sevk edilmesinde bu kardeş ülkenin üst derece bürokratları ile beraber çalışmıştık. Bu tasarılar Meclisten geçip kanunlaştığı zaman, neşredildikleri Resmî gazetelerin birer nüshasını bana Bakü’de hediye etmişlerdi.
Anayasa hazırlığı için Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelen komisyon üyesi profesörle pek çok nokta üzerinde durduk. Bu arada Anayasanın genel esaslarını görüşürken bana “Laik”lik umdesini sordu, ben de Türkiye’de bu terimin anlaşılması ve uygulanmasında başlangıçtan bugüne kadar ülkemizde ortaya çıkan problemleri, ayrışma ve çatışmaları, darbe gerekçelerini ve diğer hususları anlattıktan sonra “Devletinizin asıl fonksiyonu olan dünya işlerini insan haklarını, kuruluş yapınızı, Anayasanızda belirtin. Bu Devletin “Din Hizmetleri ve Öğretimine” sırt çevirmesi anlamına gelmez; bu konuda Türkiye’nin uygulamasını örnek alabilirsiniz, sakın “Laik’lik kavramına takılıp ihtilaflara düşmeyin, sonu gelmez tartışmalara, çatışmalara dalmayın, darbelere gerekçe hazırlama gafletine kapılmayın” şeklinde fikrimi açık bir şekilde belirttim. “Dini inanç ve müesseseleri dışlamayan daha modern ve Demokratik terminolojiyi kullanın diye ifade ettim” Muhatabım bu ve diğer gerekli hususları not alıyordu. Teşekkür etti ve Azerbaycan’a döndü.
Bir müddet sonra Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası kanunlaşmış olarak bize geldi. Merakla ve dikkatle metni inceledim, “Devletin Esasları” bölümünün ilk maddesi olan 7. Maddenin 1. Fıkrasında “Laiklik” terimi değil “dünyevî” tanımlaması yer almıştı.
Fıkra aynen şöyledir: ‘Azerbaycan devleti, demokratik, hukukî, dünyevî ve üniter bir cumhuriyettir.’ Memnun oldum. Dinî inanç ve mensubiyeti sağlam, kadim ve müesseseleri sağlıklı olan milletimizin Anayasasında da başlangıcından beri çatışmayı beraberinde getiren “Laik”lik terimi yerine devletimizin bu alanda asıl fonksiyonunu anlaşılır bir şekilde belirten Türkçe bir terimin konması daha isabetli olacaktır. Bu kelime “dünyevi” ve benzer bir diğeri olabilir.
Çetinoğlu: 1982 Anayasası’nın 2. maddesindeki sosyal kelimesine de ‘Yeni Anayasa’da yer vermiyorsunuz…
Yalçıntaş:  “sosyal” terimi, ifade edildiği şekliyle, muğlâk, net olarak anlaşılmaz bir durumdadır. Bu terim başlangıçta da tartışmalara yol açmıştır ve “sosyalizm”le bir ilgisi olup olmadığı polemik konusu olmuştur. Şüphesiz ki “sosyal” teriminin “sosyalizm”i çağrıştığı, ona atıf yapıldığı doğru bir görüş değildir. Fakat öte taraftan da “Devlet” elbette ki sosyal, bir tüzel kişiliktir, aksi düşünülemez.
Çetinoğlu: Teklifiniz?
Yalçıntaş: Buradaki asıl maksadı 5. Maddede yer alan “Devletin Temel Amaç ve görevleri arasında şu şekilde ifade edebiliriz:
“…... Devlet muhtaçlar ve düşük gelir gruplarını sosyal barış, sosyal adalet ve sosyal denge uygulamaları ile korur.’
Çetinoğlu: Yeni Anayasa’da büyük tartışmalara sebebiyet vereceği tahmin edilen kavramlardan biri de Türklük ve etnisite kavramları olacak. Ortamı yumuşatacak teklifleriniz vardır muhakkak…
Yalçıntaş: 1982 Anayasasının 66. Maddesi “Türk Vatandaşlığı” hususunu düzenlemekte ve “Türklük” kavramını tanımlamaktadır. Tanımlama aynen şöyledir:
“Madde 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı olan herkes Türk’tür.’
“Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür…”  
Bu tanım yerindedir ve Anayasal olarak hukukî anlamda “Türk olma halini, statüsünü tespit etmektedir. “Türk” olma halinin çerçevesini daraltmamak gerekir.
Fakat günümüzde ayrımcılık ve bölücülük cereyanları, çatışma ve başkaldırma eylemleri başladığından beri (1984’den itibaren) milletimizin “Türk Milleti” olarak tanımlanmasına karşı çıkan mensup oldukları “etnik kökenlerini öne çıkararak bir dizi “ayrıcalıklar” talep eden sosyal gruplar mevcuttur. Bölücülerin kanlı eylemleri sonucu 40 binden fazla insanımız hayatını kaybetmiş, bir o kadarı da yaralanmış, sakat kalmıştır.
Bu ayrımcıların bazıları da Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesini de yanlış değerlendirmekte ve buna karşı çıkarak, bulunduğu yerlerden kaldırılmasını istemektedirler. Bu durumu isteyenlerin bir kısmı “Türklük” mensubiyetini zayıflatmak kastı ile hareket etmekte, diğerleri ise Türkçenin nüanslarını bilmemektedirler. Merhum büyük Gazi bu özdeyişiyle “ırkçı” görüşüyle soy itibariyle Türk olanları şüphesiz ki kastetmiyor ve fakat toplayıcı ve kucaklayıcı bir deyişle ‘Türküm diyene’’ tabirini kullanarak ‘aidiyet’ haline işaret etmektedir.
Aynı vatan topraklarında yaşayan vatandaşlar olarak çeşitli etnik kökenlerden gelebiliriz. Bu, özellikle 20 milyon km2’ye ulaşan ve 622 yıl süren büyük Devletin bugünkü varisleri olarak tabiidir. Bir üst kimlik olarak bugün Türk aidiyetini bildirmekte olumsuz olan ne vardır? Hepimiz kendi etnik kimliğimizi unutmadan “Türk Milleti” bütünü içinde olduğumuzu gurur duyarak söyleyebiliriz. Cedlerimiz de öyleydi. Omuz omuza, el ele bu güzel, bereketli topraklarda, müşterek vatanımızda, hiçbir dönemde esaret altına girmeden şerefleri ile yaşadılar ve vatanlarını savundular.
Esasen “Türk” lüğün sosyolojik tanımlamasında da ırkçılık, soy, araştırma unsuru dün de bugünde olmamıştır, yoktur: “Türkçe konuşan ve İslâm inancına sahip olan kişiler Türk’tür.”
İslâm inancı temelde ve genel olarak Türk tanımlamasında bin yılı aşan müşterek tarihimizde temel unsur olmuştur. Fakat şüphesiz ki, istisna olan küçük topluluklar mevcuttur:  Gagavuzlar, Çuvaşlar, Rusya Federasyonu’nda, Sibirya’da bazı Türk asıllı toplumlar bu duruma örnek teşkil ederler.
Ayrıca bugün Türkiye hudutları dışında Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’da sayıları, toplam, milyonlarla ifade edilen anadilleri Türkçe ve imanları İslâm olan önemli bir nüfusumuz mevcuttur. Bu kardeşlerimizin vatandaşlık statüleri ne olursa olsun Türk’türler ve “Ben Türk milletine mensubum” demeleri belirtip, beyan etmeleri kâfidir. Evet onlar Türkiye’de yaşayan, kardeşleri gibi milletimizin ayrılmaz parçalarıdır.    Kimse aksini söyleme hakkına sahip değildir ve böylece Türkiye’deki “vatandaşlık” düzenlemeleri buna uygundur. Mevcut bazı zorluklar kaldırılmalıdır.
Etnik gruplar ülkemizde ana dilleri değişik, Ermenice, Rumca, İbranice olan gayri Müslim, Türk vatandaşı topluluklar vardır. Cetlerimiz, tarih boyunca bu topluluklara, insanlığa örnek teşkil edecek şekilde en geniş anlamda serbestiyet tanımış. Din, dil ve kültür hayatlarında kendi özellik ve tercihleri ile varlıklarını, cemaat ve müesseselerini, ibadet mekân ve şekillerini devam ettirmişlerdir. Lozan Anlaşmalarında bu azınlıklara, kökenleri ve dinî sebeplerle bazı ilâve haklar ve imkânlar tanınmıştır. Şüphesiz bunların zedelenmemesi gereklidir.
Çetinoğlu: Farklı dinlere mensup olanların durumu anlaşıldı. Bir de farklı etnik kökenlere mensup olanlar var.
Yalçıntaş: Bu etnisiteler Yüce Osmanlı Devletimizden Cumhuriyetimize miras kalmışlardır. Bu topraklar onların da, diğerleri gibi, vatanıdır. Gayri Müslim ekalliyetlerin önemli bir kısmı, Osmanlı Ermenilerinde olduğu gibi yeniden çizilen sınırların ötesinde Suriye, Lübnan, Irak gibi komşularımızda kalmış veya mübadele anlaşmasıyla Anadolu Rumlarıyla Yunanistan’daki Müslüman Türkler yer değiştirmişlerdir.
Fakat ve elbette değişik etnisiteye sahip Müslüman topluluklar ülkemizdeki “azınlıklar”la aynı yapı ve statüde değillerdir. Onlar bu ülke ve milletin aslî unsurlarıdır. Bu Müslüman ve etnik özellikleri olan topluluklara “ekalliyet” elbisesi giydirip, millet bütünlüğünden ayırmaya çalışmak hem onlara ve hem de milletimizin tümüne karşı yapılacak en büyük haksızlık ve millet bütünün her bir cüz’ünün zarar göreceği, tehlikeli anlayış ve teşebbüslerdir. Halen Türkiye’de ırkçı ve etnik fanatizmden beslenen, tahrik edilen “ayrımcı-bölücü” çatışma ve çarpışmaların sebep olduğu beşerî ve gayrı kayıpların büyüklüğü ve dehşetini hissetmeyen bilmeyen kimse yoktur.
Devlet ve millet olarak ortak bir anlayışa gelmeliyiz. Bir taraftan devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü temel umde olurken diğer taraftan da kimlikleri yok edici anlayış ve uygulamalara saplanılmamalıdır.
Her bir kişi kendi kimliğini kendisi belirleme hakkına sahiptir ve etnik topluluklar kendi ana dillerini konuşmada, o dilden yayın yapmak ve etnik özelliklerini yaşatmakta serbesttirler.
Kendi kimliklerini kendilerinin tayin ettiği ve onu yaşamada serbest olan kişi ve toplulukların Türkiye’nin millet ve toprak bütünlüğünü bozmaya katılmayacağını ve bunun ağır bir suç olacağını idrak edeceğini düşünmek tabii bir davranıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamaları teyiden rahmetli Atatürk’ün dâhiyane bir tespitini zikretmek isterim: “Milletimiz din ve dil gibi iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz” (Atatürk söylev ve demeçleri: 66-67)
1982 Anayasasının 3. Maddesine “Başkent Ankara’dır” son cümlesinden önce şu cümle eklenebilir:
“Arması, iki yanı buğday başakları ile çevrilmiş, al zemin üzerinde, uçları gökyüzüne bakan ay yıldızdır.”
Çetinoğlu: ‘Arma’dan kastınız, ‘Bayrak’ olmasa gerek. Açıklama lütfeder misiniz?
Yalçıntaş: Devletlerin, kendilerine has bayrakları ile birlikte, pratik kullanım ve temsil maksatları için resmî “arma” ları da mevcuttur. Nitekim Cumhuriyet dönemimizden önce de Osmanlı Devletimizin bilinen “Devlet Arması” da olmuştur. Son senelerde de bu orijinal ve estetik “Arma” dekoratif maksatlarla kullanılmaktadır. Fakat demokratik Cumhuriyetimizde sade, anlaşılır ve Devletimizi temsil edecek bir armaya pratik anlamda ihtiyaç vardır.
Böyle bir devlet arması yeni Anayasamızın 3. Maddesine yukarıda belirttiğimiz şekliyle eklenebilir. Al zemin üzerinde ay yıldızın uçlarının gökyüzüne doğru bakması Milletimiz ve Devletimizin daima yükselmesi ve yücelmesini sembolleştirmektedir. Ay yıldızımızı kucaklayan ve çevreleyen iki dolgun buğday başakları ise vatan topraklarının bolluk ve bereketiyle millet olarak köklerimiz ifade etmektedir.
Böylece 3. Maddede yer alan diğer unsurlarla birlikte “Devlet Arma”mız bir bütün teşkil edecektir.
Çetinoğlu: Anayasanın ‘değiştirilemez’ ve ‘değiştirilmesi teklif bile edilemez’ hükmünü taşıyan maddeleri hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Yalçıntaş: Anayasalar elbette ki çok önemli hukuk, kanun belgeleridir. Ait oldukları ülkelerin bugün ve yarınlarını şekillendirir, ülke halkının yönetimlerini, beklentilerini, hak ve mesuliyetlerini belirlerler. Devletin yapısını kurar ve temel hukukî örgüyü tespit eder.
Bu vasıfları ile Anayasa metinlerinin sık sık değişmesi beklenmez, istikrar gözetilir. Fakat şüphesiz ki Anayasalar Kutsal Kitap’lar, Kelâm-ı Kadim değildir ve ilahi Hükümleri ihtiva etmez. Değişen ilişkiler, iç ve dış şartlar toplumların beklentilerine uygun olarak Anayasalar da değişirler. Topyekûn, bir milletin iradesini aksettiren Anayasa hükümlerinin değişmesi TBMM’nin nitelikli çoğunluğu tarafından teklif edilmeli ve nitelikli çoğunluğu tarafından kabul edilmelidir. Bu değişikliklerin gerçekleşebilmesi için takip edilecek usuller referandumu gerektiren haller özel kanunu tarafından düzenlenir. Her ne şekilde olursa olsun, millet iradesinin neticesi olan Anayasanın hukuk esasları, demokrasi rejiminin gerekleri dışında zorlamalarla değiştirilmesi, ılga edilmesi TBMM’ye dayatılması meşru değildir ve ağır bir suç teşkil eder.
Bu hukuk ve kanun dışı uygulama ve girişimler uzak olmayan bir geçmişte Türkiye’de vukuu bulmuş çok acı olaylar ve büyük kayıplar yaşanmıştır.
Milletimizin irade ve kararının bir sonucu olan Anayasa ve onun getirdiği insan hakları ve hürriyetlerine dayalı çoğulcu demokratik düzen başta TBMM olmak üzere Devlet erkinin bütün kurum ve kuruluşları tarafından korunmalı, totaliter ve vesayetçi hiçbir odaklaşma ve girişimlere yol verilmemelidir.
Dolayısıyla yeni Anayasa’da aşağıdaki madde yer almalıdır:
Madde 4 – Millet irade ve hâkimiyetinin sonucu olan Anayasa’nın verdiği yetkileri ve hukuk esaslarına sadık olarak yürütülen uygulama erkini toplumun hiçbir kesimi, kurum, kuruluş, örgüt ve kişiler zorla ele geçiremez ve değiştiremezler.
Millî hâkimiyetin zorla ele geçirilmesi ağır bir suçtur.
Yakın geçmişte ülkemizde “Milli Hâkimiyet” esasını tahrip ederek yok eden darbe ve girişimlerin millet ve devletimize verdiği ağır zararlar, ıstırap ve kayıpları göz önüne getirdiğimizde insan hak ve hürriyetlerine dayalı demokratik cumhuriyet rejiminin kararlı bir şekilde korunmasının hayatî önemi daha açık bir şekilde idrak edilir. Bu herkesi bağlayıcı bir hükümdür.

(İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR)