Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Yönetici Davranışları Uzmanı Prof. Dr. FEYZULLAH EROĞLU Röportajın ikinci ve son bölümünde ‘Açılım’ konusundaki sorularımızı cevaplandırdı: Oğuz Çetinoğlu: PKK terörünün, 30 yıldan beri uygulanan yöntemlerle önlenememiş olması, yeni bir siyâset uygulaması gereğini ortaya koyuyor mu? Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu: Terörün 30 yıldan beri uygulanan yöntemlerle önlenememiş olması, mevcut ve egemen yönetici zihniyetinin kararsızlık ve tutarsızlığından, illaki de irâdesizliğinden kaynaklanmıştır. Bu bakımdan, bürokratik ve siyasî yöneticilerin, terörle mücâdele konusunda fizikî ve maddî şartları yerine getirmelerine karşılık, terörist faaliyetler ve terör örgütünün arkasında bulunan küresel güçlere karşı vaziyet almada ortak bir tutum ve bir millî irâde ortaya koyamamış olmaları, çok büyük bir kusur veya aymazlık olarak hep boyunlarında taşıdıkları bir vebal olacaktır. Tarihte ve günümüzde, terör denilen gayri meşru şiddeti önleyecek olan en haklı mekanizma, sadece hukuk ve ahlak kuralları içerisinde hareket eden meşru devlet gücüdür. Bu anlamda, Türkiye’de terörle mücâdele konusunda çok başarılı zamanlar olmuştur. Fakat batılı güçlerle bir şekilde müttefik olan bazı yerli ‘Batıcı Çalışma Grupları’ ile ‘Batıcı İşbirlikçi Grupların’, batılıların Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılmasında bir taşeron gibi işlev gördürdükleri bu ayrılıkçı terör örgütü ile mücâdeleyi bir takım illegal yollara başvurmak suretiyle sulandırdıkları ve bu haklı mücâdeleyi hedefinden uzaklaştırdıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu konuda kararlı ve cesur bir siyasî irâdenin olmaması, Türk milletinin şehit ve gazilerine hissî mânâda sâhip çıkmasına karşılık, bu vahşî terörün durdurulamamış olmasının hesâbını seçimlerdeki oy davranışlarına yansıtamamış olması gibi birçok sebep, terörle mücâdelede istenilen sonuçların alınmasını engellemiştir. Terörle mücâdelenin etkili ve başarılı bir şekilde tamamlanamaması, bir taraftan teröristlerin morallerini yükseltirken, diğer taraftan da terörün giderek bir kısım vatandaşlar üzerinde sosyal taban oluşturmasına yol açmıştır. Bu aşamada, terörle mücâdelede yeni bir siyâsete gerek görünmüyor. Teröre maruz kalan gelişmiş ülkeler, terörle mücâdeleyi nasıl yapıyorsa, bizim gibi ülkelerin de, en azından aynı yöntemleri kullanması gerekir. Burada, bizim için onlara göre dikkat etmemiz gereken en önemli hususlar, hukukî ve ahlakî kurallardan ayrılmadan, terörist ile vatandaşı birbirinden ayırma konusunda titiz davranmak, toplumun değerlerine ve inanç yapısına saygılı ve duyarlı yöneticilere sâhip olmak, ama en fazla da güçlü bir irâde ve hâkimiyet duygusu göstermektir. Mesela, parametreleri hâlâ tam olarak ortaya konmamış ‘açılım’ için gösterilen heyecan ve irâdenin yarısı, terörle mücâdelede gösterilseydi, terörün bu aşamaya gelmesi belki de mümkün olmazdı. Çetinoğlu: Açılım projesi, yeni siyâset ihtiyacını karşılayabilecek güçte mi? Eroğlu: ‘Açılım’ iddiaları, boş bir söylem torbası veya sihirli kutu(!), ne var ne yok, bilinmiyor. Araçları somut olarak bilinmeyen bir iddiadan -haydi iyi niyet diyelim- bir siyâset çıkmaz. Bu işin olur olmaz ve zoraki gündemde tutulması, terör örgütünün elebaşlarının medyada teker teker boy göstererek, öncelikle magazinleştirilmesi, arkasından da kahramanlaştırılmasıyla(!) bu terör örgütünün millet vicdanındaki olumsuz izlenimleri silinmeye çalışılır. Çetinoğlu: O halde, yararlı olacak siyâsetin ana hatlarını belirleyebilir misiniz? Eroğlu: Aslında, terör örgütünün amacı, batılıların 100 yıldır peşinde oldukları ikinci İsrail gibi bir peşmerge devleti kurdurmaktı. Bunun için Türkiye’nin oyalanması gerekiyordu. Çünkü orada öyle bir oluşumun meydana gelmemesi Türkiye’nin ‘kırmızı çizgisi’ idi. Burada, böyle bir devlet oluşturuldu ve Türkiye, örtülü olarak bu yapıyı tanıdı. Şimdi, terör örgütü mensuplarını Kuzey Irak’taki peşmerge devleti mi, besleyecek yâni. Açılım yemi ile bu teröristler, Türkiye’ye sokularak Türk Devleti’nin ve Türk Milletinin imkânlarıyla bir yerlere iskân edilmek isteniyor. Bu durumda, terör örgütü batı desteğini -görevini başarıyla tamamlamış olduğu için- kaybetti. Bu yüzden, bu kişileri yargılamak maksadıyla askerî mücâdelenin tam zamanıdır. Çetinoğlu: Kürt veya Kürtçülük problemi, demokrasi ile ilgili bir konu mudur, yoksa Türkiye’yi ayrıştırma programı mı? Eroğlu: Kürtçülük iddiaları ve siyâseti, kendini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımızdan kaynaklanan bir ideoloji olmayıp, her türlü ideolojinin ve ırkçılığın ana vatanı olan batı Avrupa ve onun uzantısı Anglo-Sakson medeniyetinin bir eseridir. Kürtlerin, dünyadaki diğer etnik gruplarda olduğu gibi, elbette bazı haksız ve adaletsiz uygulamalara zaman zaman sosyal tepkileri olmuştur. Fakat batlıların bir şekilde bulaşmadığı hiçbir sosyal tepki, kendi maksadını aşan bir ayaklanma ve isyâna dönüşmemiştir. Bu bağlamda, bu bölgede petrol çıktığından bu yana, batılılar, kendilerinin buraya hâkimiyetlerini pekiştirecek çok sâdık bir bekçi devletçiğe ihtiyaç duymaktadırlar. Batılıların bu stratejisinin en önemli parametrelerinden biri de, bu bölgede batılılar için askerî, ekonomik, siyasî ve kültürel bir üs gibi kullanabilecekleri bir peşmerge devletidir. Bunu sağlayabilmek uğruna, daha doğrusu bölgeye müdâhil olma haklarını(!) kendilerinde görmek için siyasî ve ideolojik Kürtçülüğü sürekli olarak bölge halkına -en fazla da okumuş aydınlara- propaganda yapmışlardır. Batılılar, insan hakları ve demokrasi gibi ileri sürdüğü gerekçelerde samimi değillerdir. Çünkü Kürtlerin yaşadığı her yerde onlarla iç içe yaşayan Türklerin de, Arapların da; Acemlerin de ve diğer insanların da benzer problemleri var. Ancak, batılı bakış açısında Kürt olmayan insanların insan hakları ve demokratik haklarının yeri yoktur. Aslında, Kürtlerin de yeri yok. Batılılar, Kürtlerin işbirliğine ve bölgede kendilerine yardımcı olmalarına ihtiyaç duymaktadırlar. Batılılar, bu bölgede demokratikleşmeyi, siyasî ve ayrılıkçı Kürtçülüğün önünü açmak ve bu ideolojiye göre kurulacak devlet veya idarî birimlere kendi çıkarlarını taşıyan bir Truva atı misyonu yüklemek, aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu bakımdan, siyasî ve ayrılıkçı Kürtçülük, demokrasi ile ilgili bir konu olmanın ötesinde batılı çıkarları temsil etmek üzere ayarlanmış ve kurgulanmış bir savaş aletidir. Şu sıralarda, batıcı mâlum medyada bir takım liberaller ve siyasî ümmetçiler, bir takıntı hâlinde seslendirilmekte olan, ‘Daha fazla demokrasi ile terör önlenir.’ söylemi, kulağa hoş gelen, ama içi boş olan fantezi türünden laflardır. Çünkü Türkiye’deki siyasî ve ayrılıkçı Kürtçülük ile demokrasi arasında çelişkili bir durum vardır. Yani, Türkiye’deki siyasî ve ayrılıkçı Kürtçülük ve buna bağlı terör faaliyetleri, demokratikleşme süreciyle beraber azalmak ve hafiflemek yerine, kılık değiştirerek daha fazla bir ivme kazanmıştır. En azından, son otuz yılın olguları bu doğrultudadır. Burada, gerçekten çelişkili ve ters bir durum gözleniyor. Şöyle bir soru da akla geliyor: ‘Acaba, daha fazla demokratikleşme gerçekleşirse, daha fazla iç huzur mu gelir? Yoksa siyasî ve ayrılıkçı Kürtçülüğe bağlı terör daha da azgınlaşır ve baş edilemez hale mi gelir?’ Böyle bir durumda, elbette demokrasiden vazgeçilemez. Burada yapılması gereken iş, demokratikleşmeyi, sadece kendini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlara has bir imtiyaz gibi görmek ve kullanmak yerine, samimiyetle ve dürüstlükle, bütün toplum kesimlerinin yönetime katılmalarının sağlanması anlamında millî devlet olmayı amaçlayan bir demokratikleşme standardını yükseltme ideali ile benimsemek gerekir. Aksi takdirde, tek yanlı ve bir kesime imtiyaza dönüşen demokratikleşme, problemi çözmez, terörü azdırır. Yalnız, atlılar, bu bölgedeki ülke ve toplumların topyekûn demokratikleşmesini istemezler. Çünkü o zaman bu bölgedeki bürokratik ve siyasî yöneticiler üzerindeki kontrol güçlerini kaybetme tehlikesi ortaya çıkar. Bunu da, asla göze alamazlar. Bu bakımdan, batılı küresel güçlerin derdi, ne demokrasi, ne insan hakları, ne de Kürtlerin devlet kumasıdır. Onların tek derdi, petrol kuyularının enerjisinin ve parasının kendi denetimleri altında olmasıdır. Çetinoğlu: Cumhuriyeti kuran millî hâkimiyet bilinci, o yılların diriliği ve gücü ile devam ediyor mu? Değişiklik oldu ise ne yönde? Eroğlu: İbni Haldun’un siyâset teorisine göre, ortalama her siyasî organizasyonun ve devletin üçüncü nesli, ilk iki nesil kadar siyâsî irâdeye ve millî hâkimiyet duygusuna sahip değildir. Bu üçüncü nesil, özellikle kazanmadan harcamaya ve borç üzerinden refaha alışmış ise tam bir gevşeklik hâli yaşıyor demektir. Bu durumda, bu neslin millî hâkimiyet ve fedakârlık hakkında fazla bir duyarlılığı pek olmayacaktır. İbni Haldun, böyle bir durumda, ‘asabiye’ dediği, hâkimiyet ve iktidar duygusunun yeni bir heyecanla yeniden canlandırılmasından söz eder. Bu anlayış çerçevesinde, Türkiye nüfusunun ana gövdesini teşkil eden Türkler de hâkimiyet ve iktidar duygusunda bir gevşeme ve soğuma var gibi gözüküyor. Zâten, zamanla böyle bir gevşeme ve soğumaya ilaveten, özellikle batılı küresel güçlerin öncü kuvvetleri gibi çalışan ve çoğunun da kendini -sağcısı, solcusu, dincisi, milliyetçi eskisi v.b.g.- liberal olarak tanıtan kişilerin, eğitim ve iletişim süreçleri kanalıyla çok büyük bir ‘hizmet’(!) verdikleri de hatırdan çıkmamalıdır. Ayrıca, küreselleşmenin aslî aktörleri olan çok milletli şirketlerin de, özellikle yüksek eğitim-öğrenim faaliyetleri ile sermayelerini ele geçirdikleri medya kuruluşları üzerinden, milli toplumları ve millî devletleri dağıtıcı ve yıpratıcı faaliyetleri desteklemeleri, bu hususlarda bölgemizi ve genelde ülkemizi tam bir psikolojik savaş cephesi hâline getirmiştir. Bu bağlamda, hiç olmazsa devletin resmî kurumları olan eğitim ve öğretim kuruluşları ile kitle iletişim araçlarının, millî hâkimiyet ve fedakârlık konusunda sosyal bir motivasyon sağlaması beklenir. Oysa, şu sıralarda zengin ülkelerin stratejik hedefleri ve milletlerarası çıkarları, bilimsellik kılıfı ile liberallik maskesi altında, üniversitelerde ve mâlum medyada, hatta çoğu siyâsî parti ve sivil toplum derneklerinde, kendine iyi bir taht kurmuş gibi görünmektedir. Çetinoğlu: Batılılar; Türk Devleti’ni ve milletini, kendi küresel güçlerinin taşeronu olarak kullanmak istiyorlar. Bu isteği reddedecek irâde gücünde hangi özellikler aranır? Eroğlu: Batılılar, İslam (aynı zamanda petrol) coğrafyasında, kendilerinin adına hareket edecek olan mutemet ve muteber taşeron bir ülkeye ihtiyaç duymaktadırlar. Tıpkı Truva atı şeklinde bir bölge devletinin suretinde, hem diğer bölge ülkelerinin yönetim mekanizmaları, hem de kamuoyları denetim altına alınmak istenmektedir. Bir taşla, iki kuş vurmak gibi bir şey. Bir taraftan, tarihi ve geleneğe dayalı bağları olan Müslüman bir ülke olarak Türkiye, batılılara çok iyi bekçilik yapar. Hatırlanacağı üzere; soğuk savaş döneminde batılılar ekonomilerini düzeltip demokrasilerini geliştirirken Türkiye, batılılara yönelecek olan potansiyel Sovyet saldırılarını aslanlar gibi önlemişti. Diğer taraftan da, bölgedeki Müslüman milletler ve ahali bir gün uyanır da, ne kadar sömürüldüklerini ve aşağılandıklarını anlarlarsa bu işin hesâbını Müslüman Türk kardeşlerinden sorarlar. Yani, Batılılar, ellerini yakmak yerine, maşa kullanıyorlar. Bunun adına da, ‘Neo-Osmancılık’ gibi, Türklerin hoşuna gidecek post modern bir sıfat uyduruyorlar. Çetinoğlu: Söz konusu irâde gücü nasıl oluşturulabilir, nasıl kullanılabilir? Eroğlu: Millî irâdeye sahip olmak, zaten başlı başına bir güç ve egemenlik göstergesidir. Millî irâdeye sâhip olmanın temel alt yapısını, büyük ölçüde millî ve nispeten bağımsız bir ekonomik sistem oluşturmaktadır. Biz Türklerin, batılı küresel güçlerin taşeronu olmayı ret edecek bir millî irâde için özellikle Türk ekonomisine yeni bir hayat ve faaliyet sahasının oluşturulması gerekir. Çünkü, 12 Eylül İhtilal yönetimi ile daha sonraki seçilmiş siyasî iktidarların müşterek ve özel çabaları sonucunda, Türk ekonomisi, tek yönlü olarak sadece batılı ekonomilere yönlendirilmiştir. Türk ekonomisini dışa açma politikası uygulanırken, aynı zamanda bilerek ve taammüden milî ekonominin batılı ekonomilerin arka bahçesi olacak şekilde ‘taşeronlaşması’ da sağlanmıştır. Böylece, Türk ekonomisi, ihracat artışından çok daha fazla ithalat artışına sahne olurken, çok farklı alanlarda üretim ve istihdam artışı oluşturmak yerine batılı ekonomilerin katma değeri düşük ürünlerinin ‘fason üreticisi’ olmuş, ayrıca sosyal yapıdaki kanaatkârlık geleneği aşırı tüketim propagandaları ile kırılmak suretiyle tam bir borç ekonomisine dönüşmüştür. Yakın zamanlarda, batılı küresel güçlerin vermiş olduğu cesâretlendirici öğütler sonunda yapılan ölçüsüz ve hesapsız bir özelleştirme furyasına rağmen, ülke ekonomisi tamamen dışarıdan (yâni Batılı küresel güçlerin karar merkezlerinin vereceği karara bağlı olarak) gelecek sıcak paraya bağımlı hâle gelmiştir. Şimdi, gel de atalarımızın şu özgün sözünü hatırlama! ‘Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını sallar.’ Batılıların taşeronu olmadan dış dünyaya açılmak için her şeyden önce ekonominin taşeronluktan çıkması lazım. Bunun en emin yolu da, Türk ekonomisinin şu andaki tek yanlı ve bağımlı ekonomik açılım yerine, çok yanlı ve nispeten bağımsız bir ekonomik etkileşim hayat sâhâsı oluşturulmasıdır. Çünkü bütün yumurtaları riski azaltmak maksadıyla tek sepete koymamak ve birkaç sepete koymak, en kadim işletmecilik ilkesidir. Bu bağlamda, Türk ekonomisini, tedarik, finans, üretim, yatırım ve pazarlama gibi temel ekonomik faaliyetler açısından, Avrasya’ya, Orta Doğu’ya, Karadeniz havzasına, Kuzey Afrika’ya, İran-Pakistan hattı üzerinden Çin Hindi kıtasına açmak, son derece stratejik ve hayatî bir meseledir. Nispeten bağımsız ve millî bir irâde gücü oluşturmanın ekonomik alt yapısına ilave olarak, yeni bir psikolojik hamle ile sosyal motivasyonun ve millî başarı duygusunun da yükseltilmesine âcilen ihtiyaç vardır. Türk milleti, dışarıdan batılıların, içeriden batıcıların, çok başarılı bir şekilde uyguladıkları psikolojik savaş yöntemlerine bağlı olarak, uzun bir süredir öğrenilmiş âcizlik ve tükenmişlik sendromuna uğratılmıştır. Böyle bir psikolojik aşağılanmanın tuzağından kurtulmada, Türk dünyası ile ilişkilerin canlandırılması ve hızlandırılması, çok etkili ve isâbetli bir açılım sağlayabilir. ‘Türk Dünyası Açılım Projesi’, Türkiye Türkleri ile diğer Türk ve Akraba Toplulukları ile yapılacak olan ekonomik, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel anlaşmalar ile karşılıklı saygı ve kardeşliğe dayalı işbirliği, bütün dünya Türklüğünde hâkimiyet ve millî irâde duygusunun canlanmasında çok büyük bir rol oynayacaktır. Çetinoğlu: Komşularımız ile olan ilişkiler söz konusu olduğunda; Türk dış politikası, batılı ülkeler adına mı yoksa kendi çıkarlarımız lehine mi kurgulanıyor? Eroğlu: Türkiye’nin komşuları ile iyi ilişkiler içerisinde olması, oldukça önemli bir durumdur. Bilindiği gibi, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra, Türk dış politikasının temel yönelimi, ‘Her şey batıya göre, batı tarafından ve batı için…’ şeklinde gerçekleşmiştir. Bu bakımdan, ekonomik ve ticarî faaliyetlerde olduğu gibi, diplomatik konularda da, başta bütün komşu ülkeler olmak üzere, çok yönlülük ve çeşitlilik tarzındaki milletlerarası ilişkiler, Türkiye’nin hem tarihî geleneklerine, hem de mevcut coğrafî konumuna son derece uygun düşen bir dış politika tercihi olacaktır. Ancak, şu sıralarda yapay ve kurgulanmış bir ‘Neo-Osmanlılık’ görüntüsü altında, Orta Doğu ilkelerinin bir kısmına yönelmiş olan diplomatik açılımın, olması gereken çok yönlülük ve çeşitlilik tarzındaki bir dış politika hamlesi olmaktan çok, ABD ve AB adına bölge ülkelerinin yöneticilerini ve kamuoylarını etkilemeye yönelik etkinlikler olma ihtimali daha fazla gibi görünüyor. Ayrıca, dış politika denilen yönetim aracı, ülkenin genel ekonomik, siyasî, askerî ve kültürel durumundan da bağımsız bir şey değildir. Çetinoğlu: Türkiye’mizde olaylar çok hızlı gelişiyor. Gelişen olaylarla yükseldiğimizi iddia edenler olduğu gibi, yokuş aşağı hızla indiğimiz kanaatinde olanlar da hayli fazla. Siz nasıl görüyorsunuz? Eroğlu: Türkiye’de meydana gelen hızlı değişimden, mevcut durumları ve imkânları, yükselenler de var, düşenler de var. Burada, önemli olan yükselenlerin ve düşenlerin birbirine oranı ile kimlerin yükseliyor, kimlerin düşüyor olduğu hususudur. Bir defa, ülke olarak topyekûn yükselmiş olmak durumu, şu anda geçerli ve egemen bir süreç olarak küreselleşme olgusuna ters bir durumdur. Çünkü küreselleşme süreci, millî devlet ve toplumları büyük ölçüde aşındırıcı bir işleve sahiptir. (Bu durumdan, sadece Kuzey Irak’taki peşmergeler hâriç, onlar küresel güçlerden özel torpilli topluluklardır). Bu bağlamda, küresel güçlerin aslî aktörleri olan çok milletli şirketler, hiçbir sınırlama olmaksızın dünyanın tamamını kendilerinin ekonomik hayat sâhâları yapmak uğruna, millî ve siyâsî sınırları aşındırmayı, bu çerçevede millî devlet ve yapıları aşındırmayı bir ilke hâline getirmişlerdir. Bunlar için esas olan, ülke ve bölgelerdeki sermaye sınıfı ile bu sınıfla ittifak hâlinde olan diğer sosyal gruplardır. Bu bakımdan, Türkiye’de mülkiyet ve servetin el değiştiriyor olmasına rağmen, batılı kürsel güçler ile işbirliği ve çıkar birliği hâlinde olan yeni sermaye sınıfının ve onların destekçisi yönetici sınıfının konumunda çok önemli yükselme mevcuttur. Fakat işçilerin, çiftçilerin, küçük sanayici ve yerli iş adamlarının, esnafın, memurun ve diğer sâhipsiz ve kimsesizlerin (yâni, çıkar ve idealleri batılılarla örtüşmeyenlerin), durumları pek iç açıcı görünmüyor. Çetinoğlu: İktidarlar, gereğinden fazla güce sâhip olursa ve gücünü son noktasına kadar kullanırsa, meşruiyeti tartışma konusu olur mu? Eroğlu: Demokrasinin temelini oluşturan Kuvvetler ayrılığı ilkesi, bütün iktidar araçlarını elinde tutan merkezî bir gücün, güç taşkınlığına ve güç sapkınlığına yönelmesinin önüne geçmeyi amaçlamak için ortaya konmuş bir ilkedir. Bu kuvvetlerden biri olarak yürütmenin, demokratik düzen kapsamında iktidar kullanımıyla ilgili önemli kontrol mekanizmalarının oluşturulması son derece önemlidir. Eğer, yürütme anlamında iktidarı sınırlayan bu hukukî kurumlar ile medya ve sivil toplum gibi gayri resmî kuruluşlar, fiilen iktidarı yeterince sınırlandıramıyor ve nitelikli muhalefet yapamıyorlarsa, örtülü bir diktatörlükten söz edilebilir. Demokrasi kültürü, tam olarak yerleşmemiş olan bütün ülkelerde, yapılan serbest seçimlere rağmen, demokrasinin niteliğini ve standardını yükselten temel etken, güçlü ve etkili bir siyâsî ve topluma mal olmuş muhalefetin varlığıdır. Bu bakımdan, birçok ülke toplumdaki demokrasi uygulamalarında, şekil olarak serbest seçimlerin varlığına rağmen, nitelikli ve etkili bir muhalefetin yokluğu, demokratik düzenin içini boşaltarak, bir tür seçilmiş ve örtülü bir despotizmin doğuşuna ortam hazırlamaktadır. Prof. Dr. FEYZULLAH EROĞLU 1955 yılında Osmaniye’nin Hasanbeyli ilçesine bağlı Çolaklı Köyü’nde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş’ta tamamladı. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. 1980’de Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne Sevk ve İdare Asistanı olarak göreve başladı. 1984 yılında doktorasını tamamlayıp 1989 yılında Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda Doçent oldu. 1995 yılında Pamukkale Üniversitesi İktisâdî ve İdârî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümüne Profesör olarak tâyin edildi. Halen aynı fakültede öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Yönetim ve organizasyon sahasında daha çok yönetici davranışları, yönetim ve kültür etkileşimi ile toplu davranış konularında çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.