‘TANRI İNANCI BEYNİMİZİN SABİT BİR PARÇASIDIR.’

Oğuz Çetinoğlu: Üç aylar ile ilgili genel bir değerlendirmenizle sohbetimize başlayabilir miyiz hocam?

Prof. Dr. Hasan Elik:Üç aylar’ denildiğinde, Hicrî takvime göre; Recep, Şaban ve Ramazan ayları ifâde edilir. Bir yıldaki Mukaddes Gecelerin dördü; Regaib Gecesi, Mî’rac Gecesi, Berat Gecesi ve Kadir Gecesi, üç ayları süsleyen değerlendiren zaman dilimleridir. Üç aylar, diğer zamanlara göre daha fazla ibâdet yapılarak arınma ve bağışlanma aylarıdır. 

İlahi rahmetin gökten yere, Arş'tan Arz'a indiği; bütün varlığımızı kuşattığı bu mübârek üç aylarda bambaşka bir âlemdeyiz. Âdeta, kendimizi aşmış durumdayız. Şu halimizi ve ruhanî deneyimlerimizi, ibâdetlerimizdeki huzuru, teneffüs ettiğimiz havayı değerlendirelim. Üç ayları, namazdan, hayır hasenattan, dualardan aldığınız manevî hazzı, dua ederken geçirmiş olduğunuz değişimleri dikkate alarak yaşayalım. 

Çetinoğlu: Üç ayları idrak etmeye başladığımız şu günlerden başlayıp Ramazan Bayramının sonuna kadar nasıl bir hayat tavsiye ediyorsunuz?

Prof. Elik: İnsan kitabı, kâinat kitabı ve Kur'ân kitabı üçlüsünden hareketle; Kur'ân merkezli, hayat merkezli, insan merkezli bir hayat tavsiye ediyorum.  Bunu yaparken de doğu ve batı dünyasının birçok bilim adamının görüşlerini etüt ediyorum. Bu röportaja hazırlanırken bir makaleye rastladım: adı ‘Ahlâkın Biyolojik Temelleri’ idi. Dikkatinizi çekerim; biz ahlâk ve maneviyatı biyolojik yapımızın dışında; görünmeyen, manevî bir varlık olarak düşünürüz. Bu yazıda ise, ahlâkın biyolojik temellerinden söz ediliyor. İngiliz doğa bilimcisi Edward Osborne Wilson; bu ilgi çekici makalesinde diyor ki: ‘Nasıl oluyor da doğaüstü bir güç bizim beynimizi etkiliyor?’ Bu güce kimisi ‘Huda’ diyor, kimisi ‘God’ diyor, kimisi ‘Allah’ diyor. Kastedilen, aşağı yukarı aynıdır. 

Çetinoğlu: Dış âlemdeki tabiatüstü büyük bir güç nasıl oluyor da beynimizin içine girip bizi etkiliyor, yönlendiriyor?

Prof. Elik: Bu soruyu Edward Wilson da soruyor. O’nun bulgularına göre; beynin kimyası ile dindarlık deneyimleri arasında bir bağ var. İnsan ibâdet ediyor; kendisini duaya, manevî âleme veriyor. Bu sırada kendisinde muazzam değişiklikler oluyor ki bunlar tamamen beyinle ilgilidir. Çünkü hayatı ayakta tutan her şeyin biyolojik bir temeli vardır. Dolayısıyla, maneviyat ve ahlâkın da biyolojik bir temeli olmalıdır.

Çetinoğlu:  İnsan beyni bu düşünceden mi etkileniyor?

Prof. Elik:  Bu konuyu da Pennsylvania Üniversitesi'nden Prof. Andrew Newberg'in irdelemiş. O da diyor ki: Tanrı inancı, beynimizin sâbit bir parçasıdır.

Çetinoğlu:Tanrı inancı, beynimizin sâbit bir parçasıdır.’ Dediniz. Demek ki Tanrı inancı doğarken insanda vardır…

Prof. Elik: Bunlar öyle köy kahvesinde yazılıp söylenen lâflar değil. Çeşitli ilmî indeksler tarafından taranan ilmî dergilerde neşrediliyor. Bazı ülkelerde, bunu söyleyen adamı hastaneye veya başka bir yere atarlar! Çok ciddî meseleler bunlar.

Ona göre, Tanrı inancı beynin sâbit bir parçasıdır; bir gerçekliktir. Başka türlü izah edilemez bu iş. Çünkü hayatı ayakta tutan her şeyin bir biyolojik temeli olması lâzım. Tanrı inancı bu kadar hayatî, bu kadar önemli ise, bunun beyinle ilgili sâbit bir gerçeklik olması lâzım. Yoksa insanın yaratılışından bugüne kadar bütün insanları bu kadar etkisi altına alan ve birçok şeyin değişmesine rağmen, insanda değişmeyen bir tanrı inancı olamazdı.

Aklı görüyor musunuz? Akıl bu işte... Ve Kur'ân bu tefekkürü kutluyor.

Newberg'e göre; insanoğlu dinî tecrübeleri ve ruhanî deneyimleri esnasında; ibâdet ve dua ederken evrenle birleşmektedir. Âdeta kendisini aşmakta, şahsına ait ilişkilerinden, ihtiyaçlarından, maddî yapısından uzaklaşıp varlıkla arasındaki sınırı kaldırarak bütün varlıkla birleşmektedir. Artık orada insanın fert olarak kendisi yoktur; varlığın bir parçası olarak bütüne kavuşmuştur. Tıpkı bir damlanın denize karışması gibi... 

Çetinoğlu: Bu nasıl mümkün oluyor?

Prof. Elik: Bu ancak, beyindeki Tanrı inancıyla mümkündür. O halde, Tanrı inancının biyolojik bir temeli vardır.

Çetinoğlu: Başka deliller de olmalı…

Prof. Elik: Söylediğim iç delildi. Size bir de dış delil sunayım: Tarih boyunca din ile mücadele eden nice güçlü kişi ve kurumlar geldi. Nemrutlar, Firavunlar, Ebu Cehiller... Peygamberler ise, maddî güç anlamında zayıftılar. Ellerindeki asadan, sırtlarındaki abadan başka bir şeyleri yoktu. Sadece; ‘Ey insanlık! Sadece bir olan Yaratıcınıza kulluk edin. Birbirinizin haklarına saygılı olun; ahlâklı olun. Komşunuzun canına, malına, ırzına dokunmayın. Riyadan uzak durun.’ diyorlardı o kadar. Silahı yok, ordusu yok, hazinesi yok; hiçbir şeyi yok. Hz. Musa -selâm olsun ona!- dünyayı allak - bullak eden Firavun gibi bir tirana karşı, sarayda bir prens gibi yaşama imkânını reddederek tek başına hakkı hakikati savunuyor... Üstelik de kekeme. Nitekim belagat ve fesahatte kendisinden çok ileride olan kardeşi Harun'un desteğini istiyor. Ama inancın gücü O’nu ölümsüz kılıyor. Bugün Hz. Musa büyük peygamberlerden biri olarak herkes tarafından sevgi ve saygı ile anılırken, Firavun diye birinden bahsediliyor mu?

 Öte yandan, insanlık muazzam devrimlere imza attı; tarım devrimi, endüstri devrimi, sanayileşme, küreselleşme, bilgi çağı dediğimiz hadiseler muazzam değişimleri beraberinde getirdi. Hemen her şey değişti, ama Tanrı inancı değişmedi. İşte bu da beyinde sâbit bir tanrı inancı gerçeğinin olduğunun ifadesidir.

Çetinoğlu: Tanrı merkezli inanç, ahlak ve mâneviyat sâdece sosyal bir gerçeklik mi?

Prof. Elik: Değildir. Bu da önemli bir tespittir. Çünkü bazı sosyologlar diyorlar ki; ‘Efendim, din ve maneviyat insanların bir araya gelmesinden kaynaklanan bir şeydir. Başka bir temeli yoktur. İnsanlar bir araya gelip bir toplum oluşturunca, kendine göre usuller, âdetler, sosyolojik kurallar ihsas eder. Dolayısıyla, din sadece sosyal bir olgudur. Birçok şeyi ortaya çıkaran, sosyallik olduğu gibi, dini ortaya çıkaran da işbu realitedir.’ 

Çetinoğlu: Bâzı sosyologlar öyle diyorlar. Wilson ne diyor?

Prof. Elik: Wilson da diyor ki: Evet, sosyallik var, ama bu sadece sosyal hayata ait bir olgu değildir. Beynimizdeki sâbit bir genle ilgili bir gerçekliktir.

Bu, aslında Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği şu gerçeğin ilmî bir ifadesidir: ‘Biz, insana şah damarından daha yakınız.’ (Kaf 50/16) Yani, ey insanlar! Bizi arıyorsanız, kendinize bakın. Çünkü biz uzakta değiliz ki...

Görüyor musunuz? O bize şah damarımızdan daha yakın. O halde, O'nu uzaklarda aramayalım. Zâten içinizde. Dışarıda bulamazsınız. İçinizde varsa, dışarıda; sosyal yapıda da, ufukta da O'nu görürsünüz. Ama O esas içimizdedir; bize şah damarımızdan daha yakındır.

Çetinoğlu: Bazı insanlar; ‘Artık dine - imana gerek yoktur. İnsanoğlu aklıyla her şeyi çözer.’ Diyorlar.  

Prof. Elik: Bu tip düşünceler aslında, ilk olarak batıdaki Kilise baskısına karşı doğmuştur. Bunlara göre; Varlık insanın 5 duyusuyla algıladığı şeylerden ibârettir.

Görünmeyen şey, yoktur. Maneviyatmış, âhiretmiş, böyle bir şey yoktur! Bunlar insanlığın bilimden, teknolojiden uzak olduğu dönemlerin mahsulüdür. Eskiden, insanoğlu tabiattan korkuyordu. Gök gürlüyor, şimşek çakıyor, yıldırım düşüyor. Bunun sebebini bilmiyordu. Bilmediği için de korkuyordu. Fakat bugün biliyor; gök neden gürlüyor, şimşek nasıl oluşuyor, yıldırım nasıl, nereye düşüyor, bu biliniyor artık. Bildiği için de artık bu 'inanç konusu olmaktan çıkmıştır.’ Deniliyor.

Fakat zamanla, batı da yanıldığını anlamıştır. August Comte'un Pozitivizminden sonra batı düşüncesi ve dünyası inanç döneminin sona erdiğini, artık aklın egemenliğinin yaşandığını savunuyordu. İnanç insanı, artık ‘akıl ve bilim insanı’ olmuştu; olacaktı. İnsanlığın bütün problemleri de 19. yüzyıl sona ermeden akıl ve bilim sâyesinde çözümlenmiş olacaktı.

Çetinoğlu: Fakat çözümlenemedi…

Prof. Elik: Bu ‘ham bilimcilik’, ‘romantik aydınlanmacılık’ birçok bilim adamının ve bu alıntıyı yaptığımız kültür antropologu Prof. Dr. Bozkurt Güvenç'in de ifade ettiği gibi, gerçekleşmemişti. 

Gerçekleşemezdi de...

Zira insan rasyonel (akıllı) olduğu kadar irrasyonel (akıl ötesi) bir yapıya sahiptir. Yüreğin öyle gerçekleri vardır ki, akıl onları kavrayamaz. Doğu ve batıyı çok iyi bilen düşünce adamı Erich From; ‘Gerçeklerin görülmesi bir zekâ işi değil, kişilik meselesidir.’ der. Vakıa da bunu ispatlamaktadır. Nitekim insanoğlu hâlâ dinle irtibatlıdır. Bir ‘in’ vardır, bir de ‘out’ vardır. Bir moda değerler, bir de modası geçmiş, ‘demode’ olarak hayatın dışına çıkarılmış değerler vardır. Din bazılarının tabiriyle ‘out’ olmuş; onun yerine bilim girmiştir; sanat girmiştir, moda girmiştir, spor girmiştir, eğlence girmiştir.

Bugün dünyadaki birçok olumsuzluğun sebebi büyük ölçüde bu ters bakış açısıdır; ezilenler, haksızlığa mâruz kalanlar, öldürülen bebekler, açlıklar, sefâletler hep bu anlayışın sonucudur.

Çetinoğlu: Çözümü nerede görüyorsunuz?

Prof. Elik: İnsanlık temel meselelere temel çözümler aramalı. Devasa problemler, öyle mevziî, lokal şeylerle, ufak-tefek oluşumlarla, ağızdan öylesine çıkan laflarla, hayatın ve insanlığın tümünü kucaklamayan yaklaşımlarla çözülmez. Aslında bu sorunları çıkaran, zaten dine, maneviyata, vicdana yapılan baskıdır.

Avrupa'daki bu rasyonel/akılcı bakışın kalıntıları bugün bütün Müslüman ülkeleri esir almış vaziyettedir. Eskiden insanları ve toplulukları örfler, âdetler, gelenekler yönetirdi. ‘Bizim âdetimiz budur, bizim geleneğimiz budur’ denirdi; ‘Biz böyle gördük’ denirdi. Şimdi ise bâzı insanlar dinden kaynaklanan değerlere karşı cephe almış vaziyette... Din; haksızca, acımasızca eleştiriliyor. ‘Olur mu canım bu çağda bu?!’ deniyor. Ama öbür taraftaki bir moda çılgınlığını, bir futbol, bir eğlence çılgınlığını ağzı açık alkışlıyor. Öyle değil mi?

Çetinoğlu: Peki, bu gidişin sonu ne olacak? 

Prof. Elik: İnsan kendinden, vicdanından utanır oldu. Vicdan sahibi olmak neredeyse ‘enayilik’ olarak gösteriliyor. Böyle bir şey olur mu? Bir yerde bir olay oluyor. Onu bir büyütüyorlar, bir büyütüyorlar; haber üstüne haber... Programlar... Sanki dünya yıkılıyor! Her gün, her akşam orada- burada, toplu yerlerde, stadyumlarda, sokaklarda, diskolarda, barlarda yüzlerce insan eğleniyor; olaylar çıkıyor. Bunlar doğal, ama meczubun biri din adına bir halt işledi diye, her Allah'ın günü gazete manşetlerinde bu konu işleniyor.

Geçen gün bir arkadaşımız Rusya'dan geldi; ‘Ne var, ne yok Rusya'da?’ diye sordum da ‘Rusya'da, din komünizmden intikam alıyor.’ dedi.

70 yıl dine baskı yaptılar. Ama boyunduruk kalkar kalkmaz insanlık ruhuna döndü; kilisesine döndü, camisine döndü. Ki, Komünizm dünyanın en şiddetli uygulamasıydı biliyorsunuz. Bu da göstermiştir ki, inancı yasaklayabilirsiniz, ama onu yok edemezsiniz. Çünkü din doğuştan insanın beynine kazınmıştır. Din kadar büyük, toparlayıcı bir sistem yoktur. Hiçbir sistem, hiçbir ideoloji küçüğünden büyüğüne, fakirinden zenginine bütün insanları kuşatamaz. Her sistemin, her ideolojinin üyeleri vardır. Ama din herkesi içine alır.

Dinin mâbedi de böyledir. Bâzı derneklere, kulüplere, lokallere gitmek isteseniz, sizde bir sürü şartlar / yeterlilikler ararlar, değil mi? Bunlar olmadan giremezsiniz. Üye kartı gerekir, aidat gerekir vs. Ama camiye herkes girebilir.

Bütün insanlığı kucaklayan din bu yönüyle de önemlidir, çok anlamlıdır. Çünkü baktığınız zaman, her şey insanı ayırıyor; ticaret ayırıyor, siyaset ayırıyor, meslekler ayırıyor. Hattâ ayırmakla da kalmıyor, rekabet bazen öyle ileri gidiyor ki, insanları birbirine düşman bile yapabiliyor. 

Çetinoğlu: Din, aksine… birleştiriyor, kaynaştırıyor…

Prof. Elik: Gerçek din, bütün insanları birliğe ve kardeşliğe çağırıyor. Hayatta her şey, her kurum doğası icabı dar kitlelere hitap edip insanları ayırırken, öyle bir kurum var ki, bütün insanları kardeş görüyor: Hepiniz birsiniz; hepiniz aynı ana-babanın çocuklarısınız, diyor.

Birlik-beraberlik, sürekli kullandığımız bir kavram. İnsanları birleştirecek dinden daha büyük bir disiplin olabilir mi? O halde, dine karşı çıkmak aynı zamanda birliğe-beraberliğe kurşun sıkmaktır.

İkincisi; din bütün iyilikleri kuşatır. Hayatta iyilik yapmayı amaçlayan birçok insan, birçok düşünce, birçok kurum ve kuruluş vardır. Ama her birisi sadece bir alanda iyilik yapar. Sözgelimi kimisi emeğe saygıyı, kimisi sermayeye saygıyı; kimisi zeki çocuklara burs vermeyi, fakir çocuklara yardım etmeyi hedef edinir. Fakat din bütün güzellikleri içine alan bir sistemdir.

Her bir iyilik İslâm'dan alınmış parça bir değerdir. İyilik adına yazılan her kitap da Kur'ân'dan koparılmış bir yapraktır.

Çetinoğlu: ‘Çözüm Kur’an’da’ diyorsunuz…

Prof. Elik: İnsanoğlu iyilik istiyorsa dine olumlu yaklaşmak mecburiyetindedir.

Çetinoğlu: Hocam, dün, Mi’rac kandili idi. 15 gün sonra Berat Kandili’ni idrak edeceğiz. Sonra Ramazan ve Kadir Gecesi… Mübârek geceler için okyucularımıza mesajınızı lütfeder misiniz?

Prof. Elik: Mübârek geceleri, yeni bir hayatın başlangıcı yapmalıyız. Eksiklerimizi gidermek, yanlışlarımızı düzeltmek için bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz. Sâdece bir gecede yapılan ibâdetlerle Cennet elde edilmez. Zira Cenb-ı Hak insanın tek bir gecesine, tek bir gününe bakmıyor. Bütün hayatını değerlendiriyor. O halde bu geceler bir başlangıç olmalıdır. 

Mübârek geceler için çeşitli konuşmalar yapılıyor: İşte şu kadar ibâdet edilmeli, şu kadar tespih çekilmeli, şöyle dua edilmeli, bu kadar namaz kılınmalı… Şu duayı yapalım, bu duayı ezberleyelim, 100 kere sübhanallah, 50 kere elhamdülillah diyelim diye tavsiyelerde bulunuyorlar. Duaların çoğu, gençlerin bilmediği şeylerdi. Bir sanatkâra mikrofon uzattılar. O’na dediler ki: ‘Sizin çok sayıda hayranınız var. Şu an burada dinî duygular da canlı. Ne dersiniz, gençler nasıl dua etsin?’

Sanatkâr; ‘Allah desinler. Gönüllerini O’na versinler de nasıl dua ederlerse etsinler.’ Dedi.

İşte bu!  Dua budur. İçinden ne geliyorsa o şekilde dua edilecek. Bunun kalıplaşmış bir standardı yok. Millete Arapça dua ezberletmeye gerek yok. Dua, kalbin Allah’la konuşmasıdır. Bu irtibatı sağlarsak, mesele bitmiştir. Ne derseniz deyin. 

Herkes kendine ne lazımsa onu yapmalıdır. Cömert değilse, o tarafını takviye etsin. Elini biraz cömertliğe alıştırsın. Hoşgörülü değilse, onu tamamlasın. İbâdet eksikliği varsa, o tarafını tamamlasın. Dolayısıyla mübârek gecelerde herkes kendi derdine derman arasın. İbâdetlerde sayı değil, nitelik önemlidir, ihlas önemlidir.   

Prof. Dr. HASAN ELİK:

1949 yılında Tokat'ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul'da bitirdikten sonra, 1976 yılında İstanbul Üniversitesi   İlahiyat  Fakültesi'nden mezun oldu.

1977 yılında ilmî araştırmalar yapmak üzere Suudi Arabistan'a gitti. 

 King  Abdülaziz Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü'nü Pekiyi dereceyle bitirdikten sonra, 1982 yılında “Nur suresinde toplumsal adab” isimli mastır tezini tamamladı.  Adı geçen üniversitede ‘Tahâvî'nin Müşkilu'l-âsâr’ adlı eserinin edisyon kritiğini yaparak 1989 yılında doktor unvanını aldı, 2007 yılında profesör oldu.  

Yayınlanmış eserleri:

01- DİNİ ÖZÜNDEN OKUMAK: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını.

02- KUR’AN’IN KORUNMUŞLUĞU ÜZERİNE:  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını

03- KUR’AN IŞIĞINDA FARKLI KONULAR, FARKLI YORUMLAR:  Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını

04- İÇİMİZDEKİ ALLAH: İstanbul, 2007

05- MODEL İNSAN PEYGAMBER: İstanbul, 2007

06- EVRENSEL MESAJ / KUR’AN: İstanbul, 2007

07- İSLAM VE İNSAN: İstanbul, 2007

08- İSLAM VE HAYAT: İstanbul, 2007

09- YARATAN VE YARATILANLARLA İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK İBÂDET: İstanbul, 2008

10- İSLAM VE DENGE: İstanbul, 2008

11- İSLAM’IN VA’DETTİĞİ HUZUR: İstanbul,2008 

12- BÜTÜN İNSANLAR HÜR VE TOK OLUNCAYA KADAR: İstanbul, 2009

13- KURULUŞ VE KURTULUŞUMUZDA İSLAM: İstanbul, 2009

14- İNSAN EKSENLİ DİN: İstanbul, 2013