‘Kars Kafkas Cumhuriyeti Hükümeti’ adıyla anılan hükümetin tam ve gerçek adı; ‘Cenub-i Garbî Kafkas Hükûmet-i Muvakkata-i Milliyesi / Güneybatı Kafkasya Geçici Millî Hükûmeti'dir. 18 Ocak 1919 târihinde Kars'ta kurulmuş ve sâdece birkaç ay ayakta kalabilmiştir. Anadolu coğrafyasının ilk cumhuriyetidir.

Çarlık Rusya'sı, 1905 Japon Savaşı'nda yenilince Petrograd'da bir ihtilâl çıkmış, 1917 Mart'ında ikinci ihtilâl ve nihâyet aynı senenin 7 Kasım'ında da yönetimi Bolşeviklerin ele geçirmesiyle sonuçlanan üçüncü ihtilâle sahne olmuştu. Lenin’le birlikte milyonlarca insana 74 yıl boyunca kan kusturan zâlim bir rejim işbaşına geldi. Yeni yönetim, Alman karargâhına başvurarak mütâreke istedi. Brest-Litovsk kasabasında yapılan görüşmelere Osmanlı Devleti hey'eti de katıldı. 3 Mart 1918 tarihinde imzalanan antlaşmayla Rusya, kırk yıldan beri elinde tuttuğu Elviye-i Selâse'yi (*) Türkiye'ye iade etti.

Rusya Kurucu Meclisi için her tarafta milletvekilleri seçilmiş fakat Bolşevikler bu meclisin toplanmasına imkân vermemişlerdi. Kafkasyalı milletvekillerinin iştirakiyle 28 Kasım 1917'de Tiflis'te Mâverâ-i Kafkas Rus askerî karargâh ve depolarını ele geçiren Gürcü ve Ermeniler sür'atle teşkilâtlandılar. Ardahan, Artvin ve Batum’da Gürcüler, Erzincan-Kars hattında da Ermeniler insiyatifi ele geçirdiler. Osmanlı Üçüncü Ordusu, Ermeni vahşetine son vermek maksadıyla 12 Şubat 1918'de ileri harekâta başladı. Ordu, 12 Mart'ta Erzurum ve 25 Nisan'da da Kars'a ulaştı. Zaten o sırada Brest-Litovsk Antlaşması imzalanmış, buralar Türkiye'ye iade edilmişti. Ordumuzun gelmesiyle Elviye-i Selâse, fiilen kırk yıl devam eden kara günlerden kurtuldu.

Antlaşma hükümleri gereğince bölgede yapılan referandumla halkın hemen tamamının Osmanlı Devleti'ni tercih ettiği açıkça belgelendi. Ayrıca, 1828'de Rusya'ya verilen Ahıska bölgesi de albayrağa kavuştu. Bölgede Türk sivil ve askerî teşkilâtlanması tamamlandı.

Kırk yıllık esâret ve cinâyet yaraları sarılmaya başlanmıştı ki yeni bir felâket kapıyı çaldı: Mondros Mütarekesi... O, târihimizin en fecî sayfalarından biridir.

1915 Mart’ında Çanakkale'de hezimete uğrayan İngilizler, unutamadıkları bu acının intikamını, 30 Ekim 1918 târihinde imzalanan Mondros Mütârekesi ile aldılar. Bu mütâreke, BrestLitovsk’ta iade edilen vatan topraklarımızı elimizden alıyor, ordumuzun da Birinci Dünya Savaşı öncesindeki hududa çekilmesini dayatıyordu. Bu da; Kars, Ardahan, Ahıska, Batum ve Artvin’i boşaltmamız anlamına geliyordu.

Yakup Şevki Paşa ise idâreyi millî bir teşekküle devrederek çekilmeyi tercih ediyordu. Karslılar da böyle bir teşekküle taraftardılar. Nihayet ordu birlikleri Erzurum istikametinde çekilirken bölgenin idâresi, ‘Kars Millî Şurası’ adı ile gayretli Karslılar tarafından kurulan bir teşekküle devredildi. Bu millî teşekkülün reisliğini Cihangirzade İbrahim Bey namında bir zat üzerine aldı. Türk ordusu Kars’tan çıktı.

Harbiye Nâzırı Enver Paşa, Mütareke'den sonra İstanbul'dan ayrılmadan önce kendi evinde yaptığı toplantıda, Elviye-i Selâse'den çekilecek ordumuzun buraların halkını teşkilâtlandırarak silâh, mühimmat ve tâlim görmüş asker ve gönüllü subay bırakmasını kararlaştırdı. Bu kararlar, İstanbul'dan gönderilen Teşkilât-ı Mahsusa kuryeleriyle ilgili komutanlara da bildirildi. Nitekim Ahıska, Batum, Artvin, Kars ve Ardahan'daki hızlı teşkilâtlanma bu çabanın eseridir. Esâsen Mütâreke'den hemen sonra, 5 Kasım 1918’de başlayan Millî İslâm Şurası'yla bu faaliyetin merkezi, aynı zamanda ordu karargâhı olan Kars'tı.

Ahıska'da bulunan 3. Tümen Kumandanı Yarbay Hâlit Bey, gelişmeleri iyi tâkip ettiğinden Mütâreke'den bir gün önce 29 Ekim 1918'de Ahıska'da, başta millî kahramanımız Mühendis ve Hukukçu Osman Server Atabek olmak üzere eşraftan kişilerle yaptığı toplantıyla kendilerine gereken yardımı yapacağını söyleyerek hemen teşkilâtlanmalarını istedi. Mütareke hükümlerince buradan çekilirken de bir yüzbaşı, birkaç çavuş, silâh ve cephane bırakıp gitti. Bunu daha Kasım'ın ilk haftasında kurulan Iğdır, Kars, Kağızman, Ardahan ve Oltu şuraları tâkip etti. Hâlit Bey'in başkanlığında 1919 Ocak'ının ilk haftasında düzenlenen Ardahan kongreleriyle de Kars'ta kurulacak hükümetin temelleri atıldı. Bütün bu mahallî çalışmalar, Kars'ta Cenub-i Garbî Kafkas Hükûmeti'nin kurulmasıyla sonuçlandı.

17-18 Ocak 1919'da Kars'ta yapılan büyük kongreyle hükümetin hazırladığı ‘Esas Teşkilât Kanunu’ adlı anayasası kabul edildi. Aynı gün Arpaçay Kaymakamı Cihangiroğlu İbrahim (Aydın)’ın Başkanlığında hükümet kuruldu.

Bakanlar kurulu üyelerinin sıfatı ‘Mümessil’ idi. Meselâ: ‘Dâhiliye Mümessili.’ Mühürlerinde de böyle yazılmıştır. Hükümetin Kars Müstahkem Mevki Kumandanı ve Oltu Mebusu olan Şenkayalı Hüseyin Köycü, bu durumu şöyle açıklamıştır: ‘Bu hükümet, Osmanlı Hükümetinin mümessili olarak çalıştı; bakanları da mümessildi.’ Bilindiği gibi mümessil, temsilci-vekil demektir.

Günümüzde bazı kişiler, bin dereden su getirerek bu hükümetin kıblesinin Bolşevik Rusya olduğunu söyledilerse de Olu Mebusu Hüseyin Köycü'nün ifâdeleri ışığında bu hükümetin bu toprakları Osmanlı Devleti adına yönettiği anlamını çıkarabiliriz. Millî İslâm Şurası, Şura-yı Millî, Cenub-i Garbî Kafkas Hükûmet-i Muvakkata-i Milliyesi ve nihayet Cenub-i Garbî Kafkas Cumhuriyeti adını almış olan bu hükümet, tamamen millî bir teşekküldür. Anayasası incelendiğinde bu husus daha kolay anlaşılacaktır. Prof. Bülent Tanör'ün değerlendirmeleri de bu yoldadır. İngiliz Generali Asser, 13 Nisan 1919 günü bir ziyaret bahânesiyle gelmiş, ‘Burası İttihat ve Terakki'nin çekirdeğidir.’ diye itham ederek hükümet üyelerini tutuklamış, hükümetin varlığına son vermiştir.

Batum ve Ahıska'dan Iğdır ve Nahçıvan'a kadar uzanan coğrafyayı içine alan bu hükümetin Parlamento Başkanı Çıldırlı Dr. Esat (Oktay), Başkâtip Hatunoğlu Mehmet, Zabıt Kâtipleri de Ahıskalı Yüzbaşı Fahri (Atabaş) ile Oltulu Teğmen Sami'ydi.

Hükümeti hakkında en sağlam bilgileri defalarca kaleme alan bilgin şüphesiz 1917-2005 yılları arasında yaşayan Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu’dur. O, Cenub-i Garbî Kafkas Hükümeti'nin Başkanı Cihangiroğlu İbrahim (Aydın) başta olmak üzere bu hükümetin Parlamento Başkanı Dr. Esat (Oktay), bu Parlamentonun Kâtibi Fahri (Atabaş), Dâhiliye Mümessili Kağızmanlı Ali Rıza (Ataman) ve Hariciye Mümessili Fahrettin (Erdoğan), gibi şahıslarla bizzat görüşmüş, onları dinlemiş; sormuş, cevaplar almış, onların hatıralarını not etmiş hatta ellerindeki belgeleri kopya ederek bunları ilmî metotlarla neşretmiştir. Onun neşriyatı, bu sahada araştırma ve inceleme yapan bilim adamlarına da eşsiz kaynak imkânı vermiştir.

(YUNUS ZEYREK. Bizim Ahıska Dergisi’nin 29. sayısında yayınlanan makalesinden özetlenmiştir) (*) Elviye-i Selâse: Kars, Ardahan, Artvin vilâyetlerinden meydana gelen ‘üç sancak’ veya ‘üç vilâyet’ mânâsında bir deyim.

YIKTILAR KAL’AMIZI

Yıktılar kal’amızı

Sürdüler balamızı

Daha can boğazdayken

Çektiler salamızı

Ah Kerkük, yüz ah Kerkük

Her zaman yüzü ak Kerkük

Ölseydim, düşmeseydim Men senden uzak

Kerkük Elinde yâd elinde

Öt bülbül yâd elinde

Bir diyar mezar olsun

Kalmasın yâd elinde

Can Kerkük canan Kerkük

Her söze kanan Kerkük

Kalıp da yardan uzak

Mum kimin yanan Kerkük

İBRAHİM ÇEVİK

Her türkü gibi bu türkü de bir hikâyeyi, bir geçmişi dile getiriyor. Acı ve ıstırap dolu sözleriyle Kerkük’ün mâkûs geçmişi anlatılıyor. Baasçı Arabın elinden yakasını kurtardığını sandığı sırada Iraklı Kürtçülerin eline düşen Kerkük’ün bundan sonraki geçmişi de entrikalarla doludur.

Molla Mustafa Barzânî, 1970’lerde İsrail’in desteğiyle Irak’ın kuzeyinde direnmeye çalıştığı günlerde ümitsiz bir şekilde ABD yardımına muhtaçtı. Amerikalıları yardıma ikna etmek için türlü yollar deniyor, ‘Şâyet Amerikan yardımları ihtiyaçlarımızı karşılayacak seviyede olursa Kerkük’teki petrol merkezlerini ele geçirebilecek kadar güçleneceğiz. Bunu başarırsak, bu petrollerin idaresini Amerikan şirketlerine bırakacağız.’ Diyordu.

Yakın geçmişte ABD Irak’ı işgal etti. İşgalin daha ilk günlerinde Türkmen şehirlerinin hâfızaları olan kayıtlar yok edildi. Bu konuda yerli-yabancı şâhit olan herkes aynı fikirdedir. Musul ve Kerkük’ün tapu-nüfus kayıtlarıyla müzelerde korunan kimliklerinin peşmerge tarafından yok edilmeye çalışılması konusunda Guardian gazetesinde şu haber yayınlandı: ‘Kerkük’ün Kürt peşmerge tarafından utanç verici bir şekilde işgalinden hemen iki gün önce Beyaz Saray, dünyayı özellikle de Türkiye’yi Irak’ın kuzeyinde görevinin başında olduğuna inandırmaya çalıştı. Irak ordusu Kerkük’te olduğu gibi Musul’da da Perşembe gecesi geç saatlerde çekildi, Iraklı askerler üniformalarını çıkardılar. Geceleyin Amerikan özel kuvvetleri Kürt peşmerge güçleriyle birlikte girdiler. Ardından Amerikalılar ortadan kayboldular.’ www.turksam.org/tr/

ALFABEYE STALİN'DEN DAHA BÜYÜK KÖTÜLÜK…

Kazakistan'ın Latin alfabesine geçmesi haberini sevinçle karşıladık. Bunu hem bir medeniyet projesi, hem de Türk dünyası alfabelerinin birbirlerine yaklaştırılması adımı olarak değerlendirdik. Zaten akıllarına, bilgilerine, açık düşünceli olmalarına güvendiğimiz Kazak aydınlarının, Kazak politikacılarının ve Kazakistan'ın başkanı Nazarbayev'in böyle bir adımı mutlaka atacaklarını da düşünüyorduk.

Fakat gündeme gelen yeni alfabe tasarısı bizi hayal kırıklığına uğrattı. Bu tasarıyla ilgili haberin doğru olmadığına inanmak istiyorum. Yine de gündemdeki tasarıyla ilgili düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım.

Kazakistan Parlamentosu'na sunulduğu belirtilen yeni alfabe 25 harfli olacakmış ve içinde gh, sh, ch, zh, ae, oe, ue gibi harfler varmış. Yani bu harfler, Türkiye'deki alfabe ile karşılaştırırsak sırasıyla ğ, ş, ç, j, (açık) e, ö, ü harflerinin karşılığı olacakmış.

Bir başka ifadeyle tek ses için iki harf kullanılacakmış. Bunun sebebi de noktalı ve çengelli harfler istenmemesi imiş. Noktalı ve çengelli harfler teknolojiye uygun değilmiş.

Görüşlerimizi madde madde sıralayalım:

1. Latin harflerine geçmenin bir sebebi medenî dünyaya adım atmak ise bir sebebi de akraba olan Türk halklarının alfabelerini yaklaştırmaktır. Stalin 1937-1940 yılları arasında bütün Türk halklarını Kiril alfabesine geçirtti. Stalin'in amacı Türk halklarını birbirlerinden uzaklaştırmak idi. Bu sebeple alfabelerine de çok ayrılıklar koydurdu. Aynı ses, Türk halklarında farklı farklı harflerle gösterildi. Yeni Kiril alfabeleri, Stalin'in ayır buyur politikasının sonucu idi. Şimdi Kazakistan; Türkiye'den, Azerbaycan'dan, Türkmenistan'dan tamamen farklı bir alfabe kabul ederse bu, Türk halklarına Stalin'den daha büyük kötülük olur.

2. Noktalı ve çengelli harflerin teknolojiye uygun olmadığı doğru değildir. Bu fikir, teknolojik gelişmelerin gerisinde kalanların fikridir. Bugünkü teknoloji, noktalı, çengelli, çizgili… her türlü harfi çok kolay üretebilen bir teknolojidir.

3. Çağdaş medeniyetin temsilcileri oldukları düşünülen Batı ülkelerinin alfabelerinde de noktalı ve çengelli harfler vardır. İngilizcenin küçük harfleri arasında i, j; Fransızcada i, j, ç, é, è, ê; Almancada i, j, ä, ö, ü; Polonya alfabesinde ą, ć, ę, i, j, ł, ń, ó, ś, ź, ż harfleri bulunmaktadır.

4. İngiliz, Fransız, Alman alfabelerinde tek sesin iki veya üç harfle gösterilmesine çok rastlanır. Bunun sebebi, bu alfabelerin çağdaş olması değil, tam tersine tarihî alfabeler olmasıdır. Yüzyıllarca önce kullanılmaya başlanan bu alfabelerde iki veya üç harf, o dillerde yüzyıllarca önceki telaffuzu gösterir. Mesela bugün Fransızlar mösyö dedikleri hâlde mon sieur yazarlar. Çünkü yüzyıllarca önce öyle söylüyorlardı ve bu da ‘benim efendim’ anlamına gelmekteydi. Târihî alfabelerin özelliği, söyleyiş değiştiği hâlde yazılışın değişmemesidir.

5. Çağdaş bir alfabe yapılırken, Batı ülkelerinin yüzyıllarca önce kullanmaya başladığı târihî (ve bugün için artık ilkel) olan alfabelerin örnek alınması mantıksızdır. Çağdaş bir alfabede her ses için ayrı bir harf olması çok daha mantıklı ve kullanılışlıdır.

6. Kazaklar da çağdaş bir alfabe yaptıklarına göre ‘tek sese tek harf’ prensibini benimsemelidirler. Bu prensibe göre iki sesli oldukları hâlde bugünkü Kazak Kiril alfabesinde tek harfle gösterilen И ve y harflerine gerek yoktur. Bunlar iki sesli diftonglar olduğu için yeni Latin harfli yazıda iy / ıy / y ve uw / üw / w olarak gösterilmelidir.

7. Tek sese tek harf prensibi yanında diğer Türk halklarına yaklaşmak da önemli bir prensip olmalıdır. Bunun için Türkiye ve Azerbaycan'daki seslerle aynı olan Kazakça sesler için bu alfabelerdeki harflerin aynısı kabul edilmelidir: ç, ğ, i, j, ö, ş, ü. Kazakçada olup da Türkiye'de olmayan sesler için Azerbaycan ve Türkmenistan'ın yeni alfabelerinde bulunan q, ñ harfleri; onlarda da olmayan çift dudak v'si için w harfi kabul edilebilir. Açık e için ya Azerbaycan'ın kabul ettiği ә, ya da Alman alfabesindeki ӓ kabul edilmelidir.

Gündemde olan 25 harfli tasarı haberinin yanlış olduğunu ümit ediyor; Kazakistan'daki bu önemli reformda aklıselimin galip geleceğine inanıyorum.

AZERBAYCANLI ŞÂİR MİKÂİL MÜŞFİK

AHMET SARGIN

Rus zulmüne başkaldıran haykırışlarını mısralarında dile getiren Azerbaycan’ın genç şâiri Mikâil Müşfgik, Türkçe olarak seslenmiş, zâlim Rus diktatörlerince yakalanıp şehit edilmiş bir kahramandır. Yakılarak küllerinin Hazar Denizine bırakıldığı (veya cesedine bir taş bağlanarak Hazar Denizi’ne gömüldüğü) söylenen edilen genç kahramanı ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Onun hayatı çok kısadır. Doğum yılı 1908. Üniversite bitirdi. Edebiyat öğretmeni oldu. Son iş yeri 18 sayılı şimdi kendi adını taşıyan okul oldu. 1926 da ilk şiirini yazdı. Yazdı da hayatını kararttı. Şâir olmasaydı yaşardı belki de. Ama şâir olduğu için ve Türkçe şiirler yazdığı için, Türk olduğu için KGB zindanında kurşuna dizilerek şehit edildi. Yıl 1938… O kısa bir hayat yaşadı... Doğdu, üniversite bitirdi, pedagog oldu, evlendi...... O’nun şiirleri çok güzeldi. Üniversite yıllarında Azerbaycan'da çıkan Gençlik dergisinde Müşfik'in KGB zindanında çekilmiş resmi, gözlerinde bin bir sual vardı. Neden buradayım?.. Ne yaptım?.. Niye?....Ne zaman?... Kime?

Azerbaycan'ın en büyük şâirlerinden biri olan Mikâil Müşfik dil ve edebiyat fakültesi mezunudur. Yedi sene öğretmenlik yapmış, edebî hayatına ‘Bir gün’ isimli şiirle başlamıştır. Bundan sonra devamlı olarak şiirleri dönemin gazetelerinde çıkmış ve büyük kitlelere hitap etmiştir.

O’nun katledilmesine yol açan şiirindeki mısralar meâlen şöyledir: ‘Vaktiyle bir gölgede hür yaşamak isteyen, Bu insan oğlu bilsen, Azatlık ülkesinde daha şâd olacaktır. Dünya tat alacaktır.’

Müşfik'in şiirlerinde kullandığı dil Hüseyin Cavid'in eserlerinde olduğu gibi (ki o da gulag kampında ölmüştür) İstanbul Türkçesine çok yakındır. Ah... men günden güne gözelleşen. Işıglı dünyadan, nece el çekim. Bu yerle çarpışan, göyle elleşen. Dostdan, aşinadan, nece el çekim. Men Dilberi sordum, gelib gedenden. Dediler, barışmaz küsmüşdür senden. Men iltifat etdim, o kaçdı menden. Gaçgın edasına qurban olduğum...... Ben şirin ehceli bir bülbülem ki, Ellerden küserem, senden küsmerem. Beni öz canından artıq isteyen. Ellerden küserem, senden küsmemem. Sen onun aşkıyla, mehebbetiyle. Vurmadın ömrünü başa, yüreğim. Sevgi hedefini nişan alanda, Deydimi okların, daşa yüreğim? Ah..bu uzun sevda yolu. Vurulur mu başasına könül. Nişan aldım, kemend atdım. Deydi okum daşa könül. Bir od düşdü buluduma. Yandı könül, aşk oduna. Kaldın, hicran umuduna. Ey... kırılan şişe könül. Terlansan göyden inmezsen. Bu toprakda sevinmezsen. Ben dönerim, sen.... dönmezsen. Yaşa könül, yaşa könül