Taksim Gezi Parkı’ndaki çevreci eylemden geniş boyutlu bir toplumsal direniş hattı ortaya çıkmıştır. Neden? Olayların bu noktaya gelmesi yetkililerin ifade ettiği gibi “marjinal grupların provakasyonları”nın sonucu mudur yoksa, rutine bağlanmış hukuksuzlukların yarattığı genel huzursuzluğun patlaması mıdır?
İktidarı en fazla destekleyen kalemlerden İhsan Dağı bile diyor ki: “...İktidarın da bir sınır var. Gezi Parkındaki “direniş” bu sınırı gösteren bir muhalefet örneği, aynı zamanda bir ‘şehir dayanışması’...
Radikal’den Koray Çalışkan: “Bazen insanın dili kayıyor. Halka eylemci falan diyor. Aslında doğru bir tanım değil bu. Her kesimden, her geçmişten insanlar parkları ve ağaçları için bir arada duruyor. Sosyalisti, çevrecisi, CHP’lisi, MHP’lisi hatta Ak Parti’lisi... Öyle marjinal dediklerine bakmayın. Benim gördüğüm bildiğiniz halk...”
MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural diyor ki: “...Bu ülkenin askerini, polisini öldürenler karşısında gözlerini bağlayan hükümet, bugün Gezi Parkı’nda ‘ağaçlara dokunmayın diyenlere’ biber gazı sıkıyor, çadırları yakıyor. Böyle zorbalık olur mu?”
.......
Bunlar kabataslak seçilmiş tepkiler. Tepkinin çok daha büyük boyutlarda olduğu ve bunun da öyle sadece Gezi Parkı ile sınırlı olmadığı ortadadır.
Temel sorun iktidarın demokrasi anlayışında yatmaktadır. 2002’den beri memleket çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahip bir ekip tarafından yönetilmektedir. Yönetimdeki ekip; “eğer halk bana bu yetkiyi verdiyse ben bütün düşünce ve tasavvurlarımı istediğim gibi uygulama hakkına sahibim” anlayışı ile hareket etmektedir. İktidarı sınırlayan her türlü anayasal, yasal kurum ve düzenlemeler, “milli irade düşmanlığı” demagojisi ile topa tutulmakta ve toplumda ortaya çıkan bütün tepkiler çoğunlukçu kibirle “gayrı meşru” ilan edilmektedir. Öyle ya; “madem ben çoğunluğun seçtiği bir mutlak gücüm öyleyse bana karşı çıkan azınlık, haddini bilmez bir marjinaller/çapulcular takımıdır...”
Maalesef, itiraf etmek gerekir ki; bütün sağ partilerin temel hastalığı bu Rousseau’cu “mili irade kuramından” kaynaklanan çoğunlukçu demokrasi anlayışıdır. Bunun içindir ki Türkiye bir türlü güveneceği adil bir yargı düzeni ve liyakate dayalı bir idare cihazı kuramamıştır. Neticede “azınlık mı çoğunluğu yönetecek” çıkışlarıyla gelinen noktada, kitle diktatörlüğü bataklığına saplanıp kalmıştır. 
Evet; azınlık çoğunluğu yönetmeyecek fakat çoğunluk da kendi iradesinin mutlak/ilahi nitelikte olmadığını bilecek ve ona göre davranacaktır. İradesinin hukukla sınırlı olduğunu kabul edecektir, etmek zorundadır. Mesela; demokratik bir seçimle iktidar olup yönetme erkini elde edenler, meydanlarda kürsülere çıkıp şeyhülislamlık taslamayacak, fetvalar vermeyeceklerdir. Milli iradenin onları şeyhülislam olarak seçmediğini bilmek zorundadırlar.
Ayrıca herkes şunu bilecek ki: “Demokrasi, değişebilir azınlıklar ve çoğunluklar rejimidir.” Bugün çoğunluk olan yarın azınlık olabilir. Öyleyse; her hal ve şart altında, insanları kutuplaştıracak dayatmacı siyaset/yönetim anlayışından uzak durmak gerekiyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın dediği gibi; “Dayatmalar demokratik hukuk devletinin sicilini bozar.(...) Kamu gücünü kullananların hak ihlaline sebep olması kabul edilemez...”
Demokrasilerde sandık “ilahları” seçmek için değil “yöneticileri” seçmek için kurulur.
Demokrasilerde hiç kimse ilahi irade benzeri sınırsız güç talebinde bulunamaz, kullanamaz. Bu noktada Yeniçağ’dan Selcan Taşçı’nın çağrısına katılmamak mümkün görünmüyor: “Yeşilay ‘iktidar sarhoşluğuna’ neden olan her ne ise onu yasaklatmaya çalışsın.” (1 Haziran 2013) Öyle ya; Allah milletimizi ve halkımızı ayranlının ayranının kabarmasından korusun.
Sürekli yinelenen bir intikam söylemi ile geçmişi yargılamak ve farklı toplumsal tavırlar ortaya koyanları ötekileştirmek, toplumsal uzlaşmaya değil gerilime oynamak; en hafifinden, devlet adamlığı vasıflarından nasiplenmemişliğin ifadesi olabilir ancak.
…………..
Bu satırların yazıldığı dakika itibariyle:
Selahattin Demirtaş partisinin meydandaki vekili Sırrı Süreyya Önder’e karşı; “bizim tabanımız hassastır. Oradaki ulusalcılar, milliyetçiler ve ırkçılarla bir arada olmayız” diyerek malum sürecin ana partisine gereken desteği vermiştir. Kendisi ile çelişkiye düşmemiştir.
Devlet Bahçeli; bir gün önce grup başkanvekili Oktay Vural ve milletvekili Lütfü Türkkan’ın haklı ve doğru açıklamalarını yalanlarcasına “MHP bu eylemlerin içinde yoktur” diyerek meydanlardaki binlerce ülkücü/milliyetçi insanın iradesiyle ters düşmüştür. BDP Genel Başkanı ile aynı paralele düşme talihsizliği bir yana soğuk savaş politikacısı tavrı takınarak; Gezi Parkında ortaya çıkan toplumsal muhalefetin sembolü olan ay yıldızlı al bayrağı İzmir’de milyonların gönüllerinde dalgalandıran, “Türk siyasetinin Gazi Osman Paşa’sı ile” çelişkiye düşmüştür.
Kemal Kılıçdaroğlu; partisinin daha önceden planlanmış Kadıköy mitingini iptal edip “Taksime geçerken parti bayrakları getirilmemesini” isteyerek toplumsal muhalefeti partizanca sömürmeyeceğinin erdemli bir örneğini vererek, sürecin kahramanı olmuştur.
Kadir Topbaş; “mesajımızı aldık. Halka rağmen bir şey yapılmayacağını biliyoruz” diyerek, yaptıkları “hataları” anlatıp öz eleştiri yapma erdemini göstermiştir.
Unutmadan; çok konuşulan “Osmanlı referansı” üzerinden bir hatırlatmada bulunalım: 
Atalarımız “padişahım çok yaşa!” derlerdi lakin her gün bir hatırlatmada bulunmak kaydıyla, “mağrur olma padişahım senden büyük ALLAH var.
… 
Bu satırları İzmir’den yazıyorum. Şunu açık ve net olarak ifade etmeliyim ki: Gezi Parkı’ndaki insanların içinde benimle aynı dünya görüşüne sahip binlerce insan var. Kaldı ki benimle yüzde yüz zıt dünya görüşlerine sahip olsalar dahi; kalbim onlarla birlikte çarpmaktadır. 
Onlara sıkılan biber gazı benim kalbimi sıkıştırmakta ve karşımda oturmuş beni seyreden kızıma baktıkça “ya memleket hep böyle olursa” diye kaygılandırmaktadır, elimde olmadan…    
Geleceğin Türkiye’si kitle diktatörlüğünün demokrasi diye pazarlandığı, halkının güruhlaştırıldığı bir ülke olmasın istiyorum... Ekranlarda entelektüel pozlarından geçilmeyen kapıkulu olmuş kalemlere inat; “Hür İnsanlar Ülkesinin” hayalini kuruyorum. 
Ne diyorduk, umutsuzluk hastalığı kapımızı her çaldığında; “Allah var gam yok.”