Taksim Gezi Parkı’ndaki “çevreci eylemden” hareketle bütün Türkiye’de toplumsal muhalefetin çığ gibi büyümesi karşısında “olayların neden bu noktaya geldiğini sormak” yerine, medyada üstlenen malum manipülasyon şebekeleri; “aslında dış güçlerin bu işin içinde ne kadar yer aldığından” tutun da, -Garanti Bankası Genel Müdürünün eylemlere destek veren açıklamasından hareketle olmalı –meşhur(!) faiz lobisinin kötülüklerine, oradan “aslında bu işi radikal sol gruplar ve PKK’nın tezgahladığına” dair yorumlara kadar çeşitlendirilmiş propaganda mamulatını dolaşıma sokmaya başladılar, nihayet. 
İlk defa, muhalif bir eylemden herkesi hayran bırakacak kallavi bir Ergenekon senaryosu çıkaramamanın ezikliği(!) çapraşıklaşan dillerinden ve düşen yüzlerinden okunsa da, varsın olsun…: Halkımız yerse..?
Neler oluyor neler ülkemizde…(!)
Yürüyen, slogan atan, şarkı söyleyen gençleri; değişik yaş gruplarından insanları izledikçe, tartışmaları takip ettikçe, sergilenen hassasiyetleri gözlemledikçe Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının kahramanlarından birinin -hatırımda kaldığı kadarıyla- mealen “geldiğini çok işittik ama gittiğini hiç duymadık. Sessiz sedasız çekip gittin HÜRRİYET. Demek ki sana hiç ihtiyaç duymadık…” diye seslendiği ÖZGÜRLÜĞE gerçekten ihtiyaç duyan, onu gerçekten isteyen insan tipinin doğuşunu seyretmenin mutluluğu sarıyor benliğimi.
Hoşgeldin özgür insan. Hoşgeldin birey, fert… 
Hoşgeldin insan teki! Bütün kolektivist nefret ve itirazları, karşıtlıkları bırakarak insan olmanın gerektirdiği asgari saygıyı talep etme noktasında sahaya inme cesaretini sergileyen cesur yürek, hoşgeldin! diyorum.
Ayyıldızlı albayrağın “gölgesine sığınıp “onun “kızıllığında ısınarak” vatan mücadelesi veren ataların, aynı bayrağın altında özgür ruhlarını haysiyet, hürriyet ve hak mücadelesine adayan çocukları hoş geldiniz!
Nereye mi hoş geldiniz?
Doğru ya, bu soruyu sormak hakkınız; temiz yüzlerinizde hafiften esen bir ironi rüzgârının eşliğinde. Öyle ya, bize göre siz “apolitik, bilgisayardan başka bir şeyle meşgul olmayan, sanal dünyanın çalıp götürdüğü içi boş bir kuşaktınız. Siz politikadan dünyadan anlamazdınız.”
Hak meydanına, adalet arayanların hür vicdanlarının ışıldadığı demokrasi meydanına hoş geldiniz!
Vicdanından başka silahı olmayan bir adamın yeryüzünün en güçlü insanı olduğunu öğrettiniz bizlere. Derin, büyük, tümel teorilerin eşliğinde kurtuluş reçeteleri yazanlara…
Öğrettiniz kurt işareti yapanla zafer işareti yapanın hem “Ne mutlu Türküm diyene!” diye hem de “Aşk, isyan özgürlük!” diye birlikte bağırabileceklerini.
”Mustafa Kemal’in askerleri” ile “Mustafa Keser’in askerlerinin” aynı safta, aynı talebi dillendirebileceklerini ve üstelik bunu da mizah duygusunu yitirmeden yapabileceklerini…
Çevreciler, Sosyalistler, Liberaller, Antikapitalist Müslüman Gençlik ile Ülkücüler, Kemalistler, Ulusalcılar, Türkçü-Toplumcu Siyah Beyaz Platformu gençlerinin, Sosyalist müzik grupları ile Grup Orhun’un aynı haklı itirazı kendi cephelerinde dile getirip aynı merkeze saygı içinde gönderebileceğini…
Elbette böyle büyük bir iç dökme hareketinin, böylesine büyük bir haysiyet isyanının içine; meydanın genel meşruiyetini meşkuk/şüpheli hale getirmek için kötü niyetliler, görevli mihraklar, marjinal unsurlar da karışacaktı. Lakin sizler, bunların hiçbirisine yüz vermeyerek bu molotofperest tiplere öyle bir üslup dersi verdiniz ki, bu ders onlara en az çeyrek asır yeter…
……………
Ey vicdanı hür nesil! Ey özgür birey!.. Modernleşme tarihimiz senin zuhurunu hazırlamak içindi, senin siyasete adım atman, “varım” demen için yapılanların hikayesidir. Hoşgeldin!
Bizler büyük davaların, kaybedilmiş büyük ütopyaların misyonerleri, kavgacıları, davacıları olan nesillerin son halkasıyız. Ki Türkler, Viyana Bozgunundan beridir, yani “kefereden”/”beyaz adamdan” dayak yemeye başladığı günden beridir “yeni bir bas ü bad el mevt “aradılar. Yeniden dirilişin peşinde koştular ve önlerine çıkan her büyük idealin kılıcını sallamayı “kurtuluş” saydı senden önceki kuşaklar. Büyük, gururlu geçmişine bakıp kendisine büyük davaların, ideallerin misyonerliğini yakıştırdılar. Kuşkusuz adanmışlıkları saygıya değerdi ama uzaklara dikilmiş gözler kirpiklerinin altındaki çapaktan habersizdiler. Gün geldi o çapak gözün sağlığını bozdu.
İşte sen ey “apolitik genç”! sen o gözün altındaki çapağı görebilen kuşaksın. O çapaktan kurtulduğunda senin gözlerin eminim ki “ağabeylerinden” daha uzağı görecek ve “hayatı ıskalayıp büyük yükler altında kırılmamış omuzların” hakka, adalete, insan haysiyetine saygıya dayalı bir ülkeyi taşıyacak kadar güçlü olacaktır. Buna beni inandıran en güçlü karine; gaz bombalarını karşısında biricik silahın olan vicdanındır.
Sen “apolitik”, “sanal gençlik” diye küçümsediğimiz Sen! Ey Tivitırlı Genç Adam!.. 
Aşağılamayı, hakareti siyasi söylem haline getirenlere; kamu gücünü baskı aracı olarak kullanıp toplumu kendi kimliğine büründürmeye çalışanlara,…
Siyaseti fütuhat mantığı ile yapıp kamusal nimetleri ganimet mantığı ile dağıtan anlayışa; “Hayır!”, dedin, “Kula kul olmayacağım! Kapıkulu olmayacağım!” 
Ey vicdanı hür nesil! Seni nasıl özlemişim, bilemezsin! Kerbela’daki Hüseyin’in suya hasreti gibi her geçen gün hürriyete hasret kalmaktan korkuyordum. O Hüseyin ki, ne demişti- “Irak’a gitme  Ya Hüseyin! Oralar babana yar olmadı sana da olmaz. Öldürürler seni, yarı yolda bırakırlar!”-diyenlere: “Biliyorum!Lakin bugün ben bu zulme karşı çıkmazsam ümmet kıyamete kadar zulme boyun eğmeye devam eder”
 Hızır gibi yetiştin. YAŞA! VAROL! ÖMRÜNE BEREKET!