... dünden devam

Düğün var yarın şafak sökerken. Ve birdenbire bir durgunluk çöküyor içime. Kan akacak. Düğüne gidercesine keyifli bu gençler arasından acaba kaçı güneşin batışını göremeyecek? 100 yılın hasretini gidermek için Yavru Vatan'a koşan Mehmetlerden kaçı şehit olacak? Düşünmemek lazım bunları!

Kalbini katılaştır. Şehit oldu haberi bir alın yazısı, bir piyango artık! Ve şafak söküyor. Radyodan kendi sesimi dinliyorum, marşlar arasında. Gözler Girne Dağlarında. Beşparmak'larda doğan güneş bugün bambaşka! Ve gökten paraşütler yağıyor, deniz donanmanın topları ile inlerken! Geldiler. Tanrıya şükür, geldiler. Halkın sevinci. Bayraklar daha güzel artık. Kuşlar daha şen, insanlar daha sıcak. Kurtulduk artık…"

Taarruz Emrine saatler kala biz…

O gece yaşamımızdaki en uzun geceyi yaşıyorduk sanki! Yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin bir haldeydik. Hâlbuki biraz uyumamız ve dinlenmemiz gerekiyordu. Yıkık binanın duvar diplerine hazırlattığımız portatif karyolalara uzanmış gökyüzünü seyrediyorduk…

İrili, ufaklı milyonlarca yıldız; gecenin karanlığında ışıldayıp duruyordu. Her birisi önümüzü görmemize yardımcı olabilmek, geleceğimizi aydınlatmak istercesine sanki birbiriyle yarışıyorlardı. Daha birisi sönüp, kaybolmadan diğeri yanıyordu. Uykumuzu aydınlatıp, ufku açık tutmak için aydınlık yarınların habercileri rolüne bürünmüşlerdi sanki… Karamsarlığa kapılmak yanlıştı. Gelecek ve yaşam, aydınlık ve güzel olmalıydı, olmak zorundaydı. Çünkü bizler doğrunun ve güçsüz olanın yanındaydık. Kıbrıs'taki, soydaşlarımızı özgürlüğe kavuşturmak için, özgürlüğün temsilcisi olarak gidiyorduk adaya.

Pekiyi bunun bedeli ne olacaktı? Bu vatan evlatlarının kaçını kaybedecektik, kaç kişi sakat kalacaktı? Neydi bu insan denen mahlûkun yarattığı sefillik? Barış içinde yaşanacak bu dünyayı niçin cehenneme çeviriyordu? Neden, neden?

Gecenin giderek artan rutubeti, ilerleyen saatlerin serinliği, gökyüzünden üzerimize yansıyan yıldızların sarıp, sarmaladığı bu düşünceler içerisinde uyuya kalmışım… Günün ilk ışıkları Akdeniz'in o güzel yüzünü henüz aydınlatmıştı! Tabiat ana, büyük bir suskunluk yaşıyor; yaz aylarının o cehennemi sıcaklığı bölgeye iyice sinmiş, yükselen nem oranı, nefes almamızı dahi zorlaştırıyordu…

Yaşam, az sonra; büyük bir olayla karşılaşmayı beklercesine tetikteydi sanki!

Bu büyülü ortamı, ölüme benzeyen o görülemeyen sessizliği, aniden yükselen transistorlu bir radyonun sesi bozuverdi!

Takvimlerdeki zaman; 1974 yılının 20 Temmuzunu, saatler ise sabahın 05.00'ini gösterirken, Yüzbaşı Suha Baykara'nın yanında taşıdığı o küçücük radyodan, zamanın Başbakanı Bülent Ecevitin sesi; (rahmetle anıyorum, mekânı cennet olsun.) yeni bir özgürlük savaşının başladığını, tüm dünyaya duyuruyordu…