Haz.Resûl-i Ekrem’in hayatiyle seciye ve şahsiyetiyle nübüvvetine en büyük delil olduğu: 
Evveliyetle tebârüz ettirilmesi gereken husus, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ümmî olmasıdır. Okumak, yazmak bilmezdi, Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde, ezcümle A’raf Sûresi’nin 157, 158. âyetlerinde Resûl-i Ekrem’in ümmî olduğu açıkça beyan buyrulmuştur. “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçi’ye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamberler onlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden me’neder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indiririr. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, kurtuluşa erenler onlardır.” (A’raf 7/157) 
“De ki; Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur, o diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî Peygamber olan Resûlü’ne –ki, o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf 7/158) 
Diğer taraftan, Ankebût Sûresi’nin 48. âyetinde Resûlüllah’ın Kur’ân’dan önce hiç bir kitap okumadığı sağ eliyle de hâlâ yazı yazmadığı bildirilmiştir. “Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar şüphe duyarlardı.” (Ankebût 29/48) Ve yine Cum’a Sûresi’nin 2.âyet-i Kerime’sinde “Çünkü ümmî’lere içlerinden kendilerine âyet’lerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Şüphesiz, onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cum’a 62/2)
Görüleceği üzere, ümmî bir kavim ve ümmet olan Arap kavmi içinde, kendilerinden bir ümmi’yi Peygamber olarak gönderip, o Peygamber’in onları arıtıp terbiye ettiği ve elbette bir mu’cize olarak onlara Allah’ın âyet’lerini okuyup Kur’ân ve şerîati öğrettiği ifade buyrulmuştur. 
“(Peygamber’i) Mü’minlerden henüz, kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da göndermiştir. O, Azîzdir, hakîm’dir.” (Cuma 62/3) 
(Birinci âyet’in meâlinin zahirinden, sanki Haz.Peygamber’in, Ümmî Arap Kavmine Peygamber olarak gönderildiği intibâı oluşur. Halbuki, hemen bir sonraki âyette, “Haz.Peygamber Arapların dışındaki millet’lere de Peygamber olarak gönderildiği açıkça beyan buyrulmuştur. Çünkü Peygamber’imizin nübüvvet ve risâleti cihanşümûldür, bütün insanlara, bütün zaman ve mekânlara’dır, dâimîdir, kıyâmete kadardır. 
Hudeysiye sulh anlaşmasının yazılması sırasında anlaşma’nın kâtibi Ali Kerreme’llâhu Vechehû Hazret’lerinin yazdığı “Muhammed Resûlüllah” unvânına, Kureyş murahhaslarının (delegelerinin) i’tirazı üzerine bunun silinerek yerine “Muhammed İbn-i Abdullah” yazılmasına lüzûm görüldüğünde Haz.Ali “Muhammed Resûlüllah”ı silmekten ictinap edince Resûlüllah bu muâhedenâmeyi eline almış ve: “Bana göster de ben sileyim.” buyurmuştu da Haz.Ali’nin yazdığının üzerine çizgi çekerek “Muhammed İbn-i Abdullah” yazdırmıştı. 
Hudeybiye’de Resûl-i Ekrem Ashabıyla beklerken Kureyş anlaşmak ve bir musalaha imzalamak üzere pek çok delege vazifelendirmişti. Bunların çoğu Mekke’de zulüm ve gaddarlıkları ile biliniyorlardı. Kimisi bizzat Allah’ın Resûlü tarafından, kimisi de mühâcir ashab tarafından yakînen tanınmış, müşrik-zâlim ve gaddarlardı. 
Nihâyet, Kureyş’liler arasından Mikrez İbn-i Hafs denilen birisi, Kureyşlilere, “Bana müsaade ediniz, Muhammed’e bir de ben gideyim, dedi. Onlar da: Hadi git! Ne olacak bakalım dediler. Mikrez, Resûl-i Ekrem’le ashâbına doğru gelirken, Nebî sallallahu aleyhi ve selem: 
- Şu gelen Mikrez’dir, gaddar bir kimsedir, buyurdu. 
Mikrez, gelir gelmez, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ile görüşmeye başladı. Ve Resûl-i Ekrem’e keyfiyyeti arzetmek üzereyken, Süheyl İbn-i Amr çıkageldi (Süheyl) gelince Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ashabı’na, “Artık işiniz bir dereceye kadar kolaylaştı” buyurdu. 
Süheyl İbn-İ Amr gelince Resûl-i Ekrem’e: 
- Haydi (Hokka, Kalem, Kağıt) getir; sizinle aramızda mutlakâ yazılması gereken bir müsâlehanâme yaz! dedi. 
Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kâtibi, (ki Ali İbn-i Ebî Tâlib’dir) çağırdı ve “BİSMİ’LLÂHİ’R-RAHMANİ’R-RAHÎM,” yaz buyurdu. Bunun üzerine Süheyl (câhiliyet hamiyyeti sâikıyla) Resûl-i Ekrem’e: 
- İyi ama ben, RAHMÂN kelimesinin mâhiyeti nedir, bilmiyorum; fakat vaktiyle senin de yazdırdığın gibi (Bismike’Allâhümme “Allahım senin isminle yazmaya başlarım” diye yaz dedi. Müslümanlar da hep bir ağızdan: 
- Vallahi biz onu yazmayız, ancak sizin buyurduğunuz gibi yazılmasını isteriz,” dediler. 
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem (Hazreti Ali’ye hitâben): 
- Haydi! “Bismike’llâhümme” yaz buyurdu. Sonra da: 
“Bu kitap, Muhamed Resûlüllah’ın mazmununa hüküm ve imza ettiği muâhedenâmedir,” diye yazmasını emretti. Süheyl buna da i’tiraz ederek: 
- Vallahi biz, senin Resûlüllah olduğunu bilmiş ve tasdik etmiş olsak seni Beyt’ ziyaret’ten men’etmez ve sana karşı kıtale kalkışmazdık. Şu kadar ki, “Muhammed İbn-i Abdullah” yaz! dedi. Bu teklif üzerine Resûl-i Ekrem: 
- Vallâhi siz tekzip etseniz de ben Resûlüllâhım.” buyurdu ve Ali İbn-i Tâlib’e: 
“Haydi (Resûlüllah lafzını sil de) “Muhammed İbn-i Abdullah yaz! diye emretti (Ali İbn-i Ebî Tâlib): 
- Vallahi ben senin Resûlüllah Unvan-ı Mübeccelini kat’iyyen silmem! dedi. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem kitabı eline alarak, (Muhammed İbn-i Abdullah) yazdırdı. 
Hudeybiye anlaşmasıyla alakalı olarak Buhârî’deki bu çok uzun hadis’in râvî’lerinden, Zührî demiştir ki, Resûlüllah’ın gerek Besmelenin, gerek muâhedenâme unvanı’nın yazılış şekli hakkında Süheyl İbn-i Amr’ın tekliflerine muvafakat buyurması Resûl-i Ekrem Efendimizin daha önce: “Kureyş Allah’ın Harem dahilinde muhterem kıldığı şeylere ta’zimi kastederek ben’den ne kadar müşkül talepte bulunursa bulunsun ben onu muhakkak onlara vereceğim,” sûretindeki verdiği kararın tecellisidir,” diyor. 
Bunun gibi pek çok vâkıa’nın şehâdeti ve yukarıda meâllerini verdiğimiz âyet’lerin sarahati vechiyle Resûlüllah’ın ümmî’liği bir hakîkattir. 
Okuyup yazmak için herhangi bi muallim’den öğrenmek lâzımdır. Halbuki Resûlüllah’ın böyle bir husus için hiç kimseye minnettarlığı yoktur. Zirâ Haz.Hadîce Vâlidemizle evlenmesine kadar hayâtının asıl öğrenme devri (talebelik çağı) koyun çobanlığı ile geçmişti. (Lihikmetin, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği bütün Peygamberleri çobanlık yapmışlardı.) Haz.Hadîce ile evlenmesinden ve içtimâî hayata karıştıktan sonra da öğretim ve öğrenim (ta’lîm ve teallüm) hususunda hiç bir kimse ile temasa geçmemiştir. Eğer etmiş olsaydı, herhangi birisi Haz.Peygamber’e bir şeyler ta’lim etmiş olsaydı, Haz.Âdem’den günümüze geçen Peygamber’lerin kıssa’larını ve devirlerindeki vukuatı yüksek bir medeniyyetin umdelerini tebliğ buyururken: 
“Bunları ben öğrettim!” diye birisinin çıkıp da bu cihânşümûl şerefi kendisine mal etmesi icap etmez miydi? 
Böyle bir iddia yalnız bir defa bir Hıristiyan tarafından Yüce İslâm dinini yıkmak için ortaya konmuş ise de bu hâin’in cezası, Allah tarafından hemen verilmiş, ansızın ölmüş, bu büyük iftira ve bühtanından dolayı lâşesini toprak bile kabul etmemiş, sokaklarda sürünmüştür. 
Enes İbn-i Mâlik radiyallahu anh’den rivayete göre, şöyle demiştir (Neccar oğullarından) Hıristiyan bir kişi vardı. Sonra Müslüman olmuştu. Bakara ve Âl-i İmran (Surelerini) okumuştu. 
Nebî sallallahu aleyhi ve selleme de vahiy kâtipliği yapmıştı. Bu adam sonra geri, Hıristiyanlığa döndü. (Ve kaçarak Hıristiyan camiası’na iltihak etti). (Hıristiyanlar onu yüksek makamlara çıkardılar) Bu mürted: Muhammed bir şey bilmez. Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir, demeye başladı. Ve (aradan çok bir zaman geçmeden) Allah onu (kavmi içinde boynunu vurdurup) öldürdü. Hıristiyanlar defnettiler. Fakat sabah olunca gömüldüğü yer onu dışına atmıştı. Bunun üzerine Hıristiyanlar: Bu Muhammed ile Ashabı’nın işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu (meydanda) bıraktılar, diye iftira ettiler. Ve derin bir çukur kazarak onun içine bıraktılar. Fakat sabah olunca gömüldüğü yerin onu (yine) dışına attığı görüldü. (toprak lâşesini kabul etmiyordu.)  Hıristiyanlar yine, bu Muhammed ile Ashâbı’nın işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu kabrin dışına bıraktılar, dediler. Ve bir başka yerde yine derin bir çukur kazdılar, güçleri yettiği derecede iyice derinleştirdiler. Fakat sabah olunca o yerin onu dışına attığı görüldü. Bunun üzerine Hıristiyanlar bu işin kullar tarafından yapılmadığını anladılar ve onu açıkta bırakmaya mecbur kaldılar. 
Peygamber’imiz Medine’ye hicret ettikten sonra Medine Yahudî’leriyle Hıristiyanlar İslâm’ı içinden yıkmak için şöyle bir Su-i Kasd tertip etmişlerdi. Zâhiren (görüntüde) Müslüman oluyorlardı. Bir zaman geçtikten sonra irtidat (dönerek) ederek ayrılıyorlardı. Maksad’ları samîmî Müslümanları irtidada (dinlerinden dönmeye) sevk etmekti. Bu vak’a, Âl-i İmran Suresi 72.Âyet-i Kerimesi’nde şöyle bildiriliyor: 
“Ehl-i Kitab’tan bir kısım kimseler (kendi dindaşlarına) dedi ki; mü’minlere nâzil olan (Kur’ân’a) siz de iman etmiş görününüz; gündüzün evvelinde iman ediniz, âhirinde ise küfür ve inkâr ediniz! Olur ki, o iman edenler de dinlerinden dönerler.” 
Görülüyor ki, hadiste bildirilen Hıristiyan da, böyle bir hıyânetle Müslüman görünmüş, sonra irtidat ederek Su-i Kaste başlamış ve Hıristiyanlar tarafından mükâfata nâil olduysa da en sonra fecî bir âkıbetle cezasını görmüştür...