Mâlî ibadetlerimizden, zekât, sadaka-i fıtır ve fidye ile alakalı önemli hususlar her nedense dikkate alınmaz, gözardı edilir.

Malûmdur ki, Cenab-ı Hak, namaz, oruç, hac gibi bazı ibadetleri mücmelen emir buyurmuş, tasilatını Peygamberine havale etmiştir. Peygamber de beyan ettiği kadarını beyan etmiş, esasların dışındaki hususları ümmetinin arasından çıkacak müçtehidlere havale etmiş. Namazın nasıl kılınacağı, kaç rekat, kaç rükû ve secde yapılacağı hususları gibi...

Zekât, malla alakalı olduğu, insanoğlunun da mala karşı aşırı meylini Rabbimiz bildiği için, Masarıf-ı Zekâtı Peygamberin beyanına, ümmetin müçtehidlerinin içtihadlarına havale buyurmamış, bizzat tadât buyurmuştur.

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere (yoksullara ve düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, (zekâ amillerine), gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (müellefe-i  Kulûb’a) (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/60) Görüldüğü üzere, bu âyet-i Kerime’de, zekâtın verilebileceği sekiz sınıf tatâd buyrulmuş, âyet-i kerime’nin başındaki takid ve tekid edatıyla da, ancak be ancak ve yalınızca burada sayılanlara zekât verilebilir, başka hiçbir kimseye asla verilemez demektir.

Bir hükm-i Şer’î, (şerîat ile alakalı bir hüküm), bir manâyi hassa, bir sebeb-i mahsûsa (husûsî bir manaya ve mahsûs bir sebebe) istinaden sabit olursa, o husûsî mananın ve husûsî sebep ve illetin zehâbiyle, (o sebep ve illetin ortadan kalkmasıyla hüküm de nihayete ermiş oluyor. Her hüküm sebebiyle deveran ediyor. Sebebin zevâl ve intihâsiyle (ortadan kalkması ve sona ermesiyle) hüküm de zâil ve müntehî oluyor. (Ortadan kalkıyor ve sonlanmış oluyor.)

Müellefe-i Kulûb, gönülleri İslâm’a ısındırılan ve pekleştirilen kimseler, demektir. Beytülmal bütçesinin masrafları (giderler) kısmına ait sekiz maddesinden birisini de bu müellefe-i kulûb teşkil ediyordu. Müellefe-i kulûb, Kureyş reisleri ve Arapların ileri gelenlerinden kimselerdir ki, Ebû Süfyan İbn-i Harb, Safvan İsn-ü Ümeyye, Uyeyne İbn-i Hısn-i Firâzî, Ekra İbn-i Hâibis, Abbas İbn-i Mirdas, Malik İbn-i Avf onlardandır. Bunlar kendi kavimleri arasında nüfuz, kuvvet, şevket ve çok taraftar sahibi idiler. Bazıları hakîkaten Müslüman olmuştu. Bazıları görünüşte Müslüman olup hakîkatte münafık idiler. Üçüncü bir kısmı da küffâr-ı müsâlimîn idiler. Resûlullah bunlara sadakâttan, (zekât sandığından) hisse verirdi. Bu suretle Müslümanların gönlü bu şevket sahibi kimselerden rencide olmayıp hoşnutluk içerisinde olduğu gibi bunların gönlünde de İslâm muhabbeti takrir ve tesbit ediliyordu. Sonra henüz Müslüman olmayan diğer Arap reisleri de din-i İslâm’ı kabule teşvik ediliyordu. Henüz din-i İslâm’a ısınmamış bir kısmının da, kalplerinin telifine çalışılıyordu. Resûl-i Ekrem’in bu güzel hareketinin pek büyük tesirleri görülmüştür. Ve hakîkaten bunların pek çoğu bilahare birer kamil Müslüman olmuşlardır. Nitekim, Safvn İbn-i Ümeyye, Resûl-i Ekrem’in bu ihsan ve atiyyesinin gönlünde oynadığı rolü şu sözleriyle bildirmiştir: Bir kere Resulullah bana sadakattan (zekâttan) bir pay vermişti. O zaman Zât-i Peygamberî’leri nazarımda en çok buğuz ettiğim birisiydi. Vaktaki bu yolda semahât-i seniyyelerine devam buyurdular. Bu defa da zât-i Muhammedî bana en sevilen ve en çok rağbet edilen bir simâ olarak  görünmeye başladı. Bazı küffâr-ı müsâlimine de zekât-i müsliminden bir hisse verilmesi Müslümanlara isabeti muhtemel mazarratlarını defi ve hafifletmek içindi.

İrtihâl-i Nebevî’den sonra müellefe-i kulûb’dan bazıları Halife Haz. Ebu Bekr’e müracaat ederek zekât sandığındaki hisselerine dâir ellerindeki hatların (karnelerin) fermanların değiştirilmesini, vize edilmesini istediler. Halife Haz.Ebu Bekr, yeni karneler, fermanlar verdi. Fermanları aldıkları gibi gereğinin yerine getirilmesi için Hazret-i Ömer’e müracaat edip arz-ı keyfiyet eylediler. -Zira, Hazreti Ömer radiya’llahu anh, o devirde Halife-i Müslimîn, Haz.Ebu Bekr es-Sıddîk Efendimizin kadısı idi.- Hazreti Ömer ellerinde bulunan karneleri ve fermanları ellerinden alıp yırttı, parçaladı. Ve dedi ki, Resûlullah’ın zekât-ı müslimîn’den size bir pay vermesi, sizi İslâm’a ısındırmak ve bu sûretle din-i İslâm’ı aziz kılmak maksadına mebni idi. Bugün ise Cenab-ı Hak dinini aziz etti ve yükseltti. Eğer İslâm üzere sâbit olursanız ne alâ, şâyet sebat etmezseniz aramızı kılınç fasleder (ayırır) buyurdu.

Bunun üzerine bunlar Halife Ebu Bekr radiya’llah anh’e vardılar. Hazreti Ömer’in kendilerine karşı muamelesini arz ettiler. Ve: Siz mi halifesiniz yoksa Ömer mi? dediler. Hazreti Sıddîk da cevaben: Allah dilerse Ömer de olur, buyurdu. Hazreti Fâruk’un bu hareketi, iş bu kavli ve fiilini inkâr etmedi. Sonra bu vâkıa Ashab-ı Kirâm arasında da şâyî olduğu halde bunlardan hiç birisi tarafından da red ve inkar olunmamakla müellefe-i kulûb’un zekât hissesinden mahrumiyetleri hakkında icmâ münakid oldu. (İcmâ-i Ümmet hasıl oldu.)

Ümmetin bu icmâı ile şu ilmî hakîkat sâbit oluyordu. Aleyhi’s-sâlâtü ve’s-selâm’ın bunlara zekâttan hisse vermesi, bunları İslâm’a ısındırmak ve Müslümanları bunların sultasından korumak içindi. Bu sebeple bunlara Lisân-ı Kur’ân’da müellefe-i kulûb denilmişti. O günün Müslümanları zayıftı. Bunlar ise kuvetliydiler, sayıları da çoktu. Bu gün ise hamd olsun, artık din-i İslâm izzet ve şevket kazanmıştı. Müslümanların sayısı da artmıştı. İslâm’ın temeli iyice sağlamlaşmış ve metanet kesbemişti. Buna mukabil ehl-i şirk zelil ve hakir bir vaziyete düşmüştü.

Böylece, Hikmet-i Şer’î sebebi zail olunca (ortadan kalkınca) hükmü de ortadan kaldırılan masarıfi zekâttan olan Müellefe-i Kulûb’un hükmü de zail olmuştur. (Ortadan kaldırılmıştır.)

Zekât işlerinde çalışanlar da zekât gelirinin üçüncü bir masrafıdır. Fıkıh dilinde sâî denilen bu amiller zekât toplamaya memur tahsildarlar ve ihtiyaç duyulan memurlardır. Bunlar da fakirlerin hukukunu cem edip tahsiline hizmet ettikleri için yalnız emeklerinin karşılığını alırlardı. Beytü’l-mâl ve fukarâ hukuku ile ilk temas eden, halkın zengin sınıfıyla da dâima münasebette bulunan bu memurlar olduğu için bunların dürüstçe vazife görmelerini temin maksadıyla Resûl-i Ekrem tarafından ellerine zekât mallarının şer’î takdirlerini açıkça beyan adan talimâtnâme’ler verilirdi. Zekât memurları vazifeden döndüklerinde bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından hisabları görülürdü. Bunların hisablarında tarz-ı hareketlerinde en ufak bir aksaklık hissedilirse, derhal Ashabın huzuruna davet edilir, teşhir edilirdi. Bilindiği üzere, zekâta tabil mallar, zâhirî ve bâtinî emval olmak üzere ikiye ayrılır. Emvâl-i zâhire herkesin görüp kime aid olduğunu bildiği, koyun, sığır, deve ve tarım mahsulleri gibi şeylerdir. Emvâl-i bâtıne, kemmiyyet ve keyfiyeti yalnız sahibince bilinen nakidler ve ticârî emtiadır. Asr-ı Saâdet’de gerek zâhirî, gerek bâtınî mallar bu zekât memurları tarafından deruhte edilirdi. Haz.Ebû Bekr ve Haz.Ömer’in hilafetleri zamanlarında da bu sûretle devam etmişti. Haz.Osman radiya’llahu anh zamanında, İslâmî fetihler ilerlemiş ve Medine servet ve ticaret merkezi haline gelmişti. Hariçle ticarî münasebetler bir hayli ilerlemiş, halkın nukud ve ticârî mallarını murakabe ederek, zekât miktarlarını sıhhat ve isabetle tayin etmek hakîkaten çok güçleşmişti. Bu sebeble Halife Haz.Osman radiya’llahu anh, tarafından, bâtınî malların zekâtın tayin ve ihraç keyfiyeti mal sahiblerinin ihtiyarına bırakıldı. Herkes sahip olduğu mallarının hisablarını kendi yapmaya ve zekâtın bizzat kendisi eda etmeye başlamıştı. O zamandan beri de Müslümanlar mallarının zekâtın kendileri hisab ediyorlar ve tahakkuk eden zekâtlarını da kendileri veriyorlar.

Böylece, sebebi ortadan kalktığı için hükmü de ortadan kalkan, masarıf-ı zekâtdan biri de zekât amilliği müessesesidir. Günümüzde artık hiç kimse, “Ben zekât toplamaya memurum, Müslümanlardan bazılarının zekâtlarını tahsil edip Beytü’l-mâle veriyorum, ben de hissemi alıyorum,” diyemez.