Türk tarafının "evet"inin arkasında üç husus önem arz etmekte. a- Türkiye adaya gerekli parayı aktarmasına rağmen bu paranın "namuslu" harcandığını denetlememiştir. Türkiye'de olduğu gibi KKTC talan, fuhuş, kumar ve yolsuzluklar arenası haline gelmiştir. b- Denktaş'ın Kıbrıs'a verdiği emek takdire şayan olmakla beraber, Denktaş ve çevresi çok ciddi hatalar yapmıştır. Denktaş'ın idaresi altında, Kıbrıs'ta öğretmenler ve Milli Eğitim Bakanlığı Marksist ve milli değerlerden yoksun bir güruhun kontrolü altına girmiştir. Bu yapı halen devam etmektedir. Kıbrıs'ın bu noktaya gelmesinde Rumlar ve AB tarafından devşirilmiş öğretmen ve devlet mekanizması içindeki kadroların büyük payı vardır. c- AB, ABD ve İsrail merkezli operasyonlarla KKTC medyası ve mensuplarının çoğunun akçalı işlerle devşirilmesi. Bunun belgeleri zaten yayınlandı. Psikolojik harbin kurbanı oldular Bunlar olurken, Türkiye...cağız, ...cuğuz nutuklarından başka hiçbir şey yapmadığı gibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün tavırları tam bir talihsizlik örneği olarak Türk tarihindeki yerini aldı. Kıbrıs bu hallere gelirken, başörtüsü manipülasyonu ile 28 Şubat post modern darbesi yapan generaller ise ortalıkta yoktu. Demek ki Kıbrıs'ın bir başörtüsü kadar, Rahmetli Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti için önemi yoktu. Peki, Mehmetçik niçin kanını akıtmıştı, niçin ABD, AB ve küresel Yahudi sermayesinin ambargoları ile Türkiye yıllarca sürüm sürüm sürünmüştü? Geldik 17 Nisan 2005'e. Mehmet Ali Talat yüzde 56 oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Talat ne yapmak istiyor? "Birleşik Kıbrıs" istiyor. Ama o zaten eskiden vardı ve Rumlar tarafından köküne kibrit suyu dökülmüştü. Türkler katledilmişti. Hatta Talat, 2005 sonunda Rumların KKTC'de "mülkiyet davası" açmalarına zemin hazırlayan hukuki düzenlemeleri yaparak "karışık Kıbrıs" istiyor. Karışık pizza gibi bir şey. Güneydeki Rumlar kuzeye gelsinler, mallarına otursunlar, Türklerle kucak kucağa olsunlar. Kıbrıs Türk halkı, "Rumların kişi başı milli geliri 15 bin dolar, Türklerinki 5 bin dolar" sözleriyle vurulmuştur. Kıbrıs Türklüğü, Türkiye'nin verdiği paralarla, paranın asıl sahibi Anadolu Türklüğünden daha zengin ve refah içindedir. Rum tarafı ise küresel Haçlı organizasyonun parasal desteği ile semirtilmiştir. Bir misal, Türkiye'de her bin kişiden 65'inin otomobili varken Kıbrıs Türklerinde her bin kişiden 500'ün de otomobil vardır. Bir vatan parçasının üstünde çocuklarının anası olmak ile bir toprak parçasının üzerinde metres olmak... can acıtsa da sorulması gereken soru budur. Talat'ın ağzında Türkiye yoktur. Kıbrıs'a çözüm getireceğiz, bu da uluslar arası destekle olacak diyor. Talat bunu politika icabı söylüyorsa yalancı durumuna düşer, inanarak söylüyorsa bir ruh hekimine ihtiyaç var demektir. Çünkü tarihte, Talat'ın söylediğinin hiçbir örneği Türkler için gerçekleşmemiştir. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Adam Ereli'nin KKTC seçimleri ile ilgili yorumu şöyleydi. "ABD, Kıbrıslı Türklerin kapsamlı bir çözüm için ve Ada'nın yeniden birleşmesi yönündeki kararlılığının yeniden teyidini memnuniyetle karşılıyor." Bu arada AB ve ABD'nin Kıbrıs Türklerine yönelik ekonomik vaatlerin hepsi çöp tenekesine gidiyordu. Bir yerde "atı alan Üsküdar'ı geçmiş" iken Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök 20 Nisan 2005 tarihinde, Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada: "Güvenlik açısından Kıbrıs'ın önemi iki temel esasa dayanmaktadır; bunlardan birincisi Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Türk Silahlı Kuvvetlerine Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuz güvenlik sorumluluğudur. İkincisi ise, Garanti ve İttifak Antlaşmalarında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrıs'ın Türkiye'nin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'deki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır." Denktaş "Rum silahla yapamadığını elde etmek için AB'ye müracaat etti" diyor. Başta medya, TÜSİAD ve R.T.Erdoğan hükümeti AB'ye girebilmenin yolunun Kıbrıs meselesinin çözümüne bağlı olduğu ifadesini ya doğrudan ya da dolandırarak kullanıyorlar. Ancak Türkiye, AB'ye imzayı 1963'te attı. 1963'ten 2003'e kadar böyle bir şart ortalarda yoktu. Hatta AB, 1999'da Türkiye'yi namzet gösterirken de böyle bir şart koşmamıştı.