HUN KİTÂBELERİ

Göktürkler her bakımdan Türk tarihinin en büyük hamlelerinden birini teşkil eder. En ehemmiyetli taraflarından biri, Türkçe yazılmış muhteşem bir edebî üslup taşıyan tarihî âbideler bırakmış olmalarıdır. Bu âbideler yazılmadan önceki Türk tarihini, ancak Çin kaynaklarından öğrenmek mümkün olabiliyordu. Bu yüzden eski Türk kağanlarının Türkçe adları bile bilinmemektedir. Çince adları bilinmekte ve bu isimlerin belirlenmesinde transkripsiyon hatâları yapıldığından, isimler yanlış yazılabilmektedir.

Orhun Yazıtları, ‘Türk’ adının, geçtiği il Türkçe metin, taşlar üzerine yazılmış ilk Türk tarihidir. Türk devlet adamlarının milletine hesap vermesidir. Devlt ve milletin karşılıklı vazifeleri; Türk nizâmının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikasıdır. Türk askerlik sanatının esasları, Türk gururunun ilahî yüksekliği, Türk feragat ve faziletinin büyük örneği, Türk edebiyatının, Türk hitâbet sanatının ilk şâheseridir. Orada, Hükümdârâne bir edâ ve ihtişamlı hitap tarzı vardır. Yalın ve keskin bir üslup kullanılmıştır.   

Orhun yazıtlardan bazı bölümlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş şekli:

Tanrı lütufkâr olduğu için, benim de talihim olduğu için, hakan olarak tahta oturdum. Tahta oturup fakir halkı hep derleyip topladım: Fakir halkı zengin yaptım.

Üstte mavi gökyüzü altta da yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğulları yaratılmış. İnsanoğullarının üzerine de atalarım dedelerim Bumin Hakan ve İstemi Hakan hükümdar olarak tahta oturmuş.

Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti?

Bunca töreyi kazanıp küçük kardeşim Kül Tigin kendisi öylece vefat etti. Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşında kaldı.

Türklerin İslam dinini kabul etmesinden önce yazılan Orhun Yazıtları, muhteva olarak Türk tarihi ve kültürü bakımından çok mühimdir. Yazıtlarda; Türklerin yabancıların siyasetine âlet olduğu zamanlarda bozulduğu, devlet kademelerinde bilgili ve ehil olmayan kadronun iş başına getirildiği zaman yönetim düzeneğinin iyi çalışmayıp, ahalide hoşnutsuzluk görüldüğü, yabancı kültürünün Türk birliğini zedeleyip, kişiliğini kaybettirdiği, konuşma sanatına uygun bir anlatımla verilmiştir.

Türk milletinin en zor şartlarda bile içinden kuvvetli şahsiyetler çıkıp, ülkeyi kurtarıp, devleti yeniden kurup, güçlendirdiği anlatılan âbidelerde; devlet deneyimi yanında Türklük, bağımsızlık fikrine yer verilmiştir. Ayrıca bu yazıtlar, kağanların milletine hesap vermesidir.

Orhun Yazıtları’nın bulunmasının ardından yazıtlar yorumlanmaya başlamış ve 1896’da Vilhelm Thomsen yazıtları ‘Muhammed dünyasının soluğunun henüz ulaşmadığı Türk dili ve edebiyatının en eski anıtları’ olarak tanımlamıştır. Fransız edebiyatçı Léon Cahun, Orhun Yazıtları'nı eski Türklerin yüceltilmesinde kullanılan formüllerin ilk defa ortaya çıktığı, Türk tarihçilerine Türk Tarih Tezi'ni hazırlamalarında ilham kaynağı olan, Asya Tarihine Giriş adlı kitabını yayınlamıştır.


ARALIK AYINDA EBEDÎ ÂLEME İNTİKAL EDEN TÜRK BÜYÜKLERİNDEN…
FATİH KERİMİ:


Kazan Türklerinden; gazeteci – yazar ve şâir Fâtih Kerîmî, 1870 yılında Tataristan'ın başşehri Kazan’ın Bügülme ilçesine bağlı Minğlibay Köyü’nde doğdu, 67 yaşında iken, 9 Aralık 1937 tarihinde, Stalin’in emri ile, Türkçü düşüncelere sâhip olduğu için, ‘rejim aleyhtarı’ olduğu gerekçe gösterilerek kurşuna dizilmek suretiyle idam edildi.  

İlk eğitimini köyün mollası olan babası Gilman Ahund'dan alan Kerimî, daha sonra Çıstay (Çistapol) Medresesi’ne devam ederek burada 11 yıl eğitim görmüştür. Buradaki eğitimi sırasında iki yıllık Rus mektebini de tamamlamıştır. 1890 yılında ‘müderris / profesör’ unvanına hak kazandı.  Babası, O’nun daha yüksek seviyede ilim öğrenmesi için İstanbul'a gönderdi. Buradaki tahsili sırasında Fransızca da öğrendi.  
İstanbul'dan sonra Kırım’a giderek öğretmen yetiştirme kurslarında dil, edebiyat ve pedagoji dersleri verdi. İlk kalem ürünü olan Salih Dedenin Evlenmesi adlı hikâyesini 1897 yılında Kırım'da bulunduğu sırada yazdı. Kırım’da yazdığı ikinci eseri Mirza Kızı Fatma adlı hikâyedir.
1896-1898 yıllarında Tatar zenginlerinden Gani Bey Hüseyinov’un finanse ettiği yaz kurslarında Usûl-i Cedit öğretmenleri yetiştirdi. Gani Bey’in isteği ile 1899 yılında Orenburg'a yerleşti. Burada altın ocakları işleten zengin iş adamı Şakir Remiev’le tanıştı. O’nunla birlikte Almanya, Belçika, İtalya, Fransa, Avusturya, Sırbistan, Bulgaristan ve Türkiye gibi ülkeleri dolaştı. Gittikleri ülkelerde eğitim kurumlarını, müzeleri, kütüphâneleri, matbaaları, sanayi tesislerini ve Şakir Bey'in altın madenleri için gerekli olan makine ve teçhizat fabrikalarını gezdiler. Kerimî bu seyahatinin izlenimlerini 1902 yılında Avrupa Seyahatnâmesi adı ile bastırmıştır.
Avrupa seyahati dönüşünde, babasının işlerine yardımcı olabilmek için muhasebe ve Almanca öğrendi. Matbaacılık konusunda bilgilerini artırdı.  
1900-1901 yıllarında Orenburg'da gayri resmî olarak yine Gani Bey'in maddî yardımlarıyla Ural bölgesi ve Sibirya için yaklaşık 300 usul-i cedid öğretmeni yetiştirilmesine katkıda bulundu. İki yaz devam eden bu kurslar mahallî hükümet tarafından kapatıldı.
 
1902 yılında babasının vefat etmesi üzerine O’na ait matbaanın işlerini üstlendi. Burada kitap ve gazete bastı, Kırım ve Kazan Türklerinin eğitimi için çalıştı.  Rusya Müslümanlarının yaptığı bütün toplantılara katıldı. Rusların engellemeleri sebebiyle parlamentoya seçilemedi.

1 Kasım 1912-18 Mart 1913 tarihleri arasında Balkan Savaşları sırasında Vakit Gazetesi’nin muhabiri olarak İstanbul'a gelen Fatih Kerimî cepheye gazetecilerin gönderilmemesi sebebiyle haberlerini İstanbul'dan gönderdi. Burada dönemin önde gelen devlet ve edebiyat adamlarıyla yakın dostluklar kurdu, mülakat yaptı. Bu çalışmalar ve gazeteye gönderdiği yazılar kitap hâlinde yayınlandı.   
Rusya’da 1917 Ekim İhtilali'nden sonra diğer bütün Türk aydınları gibi O’nun da önünde üç yol vardı: ya sosyalizme hizmet edecek ya başka bir ülkeye sığınacak veya  aç kalacaktı. O da yaşamak için birinci yolu seçti ve bir müddet Orenburg'da mektep-maarif ve kültür meseleleri ile ilgili çalışmalarda bulundu. Öğretmen yetiştirme kurslarında dersler verdi. Uzun yıllar çalıştığı Vakit Gazetesi’nden ayrılarak 1 Kasım 1917 tarihinde Yaña Vakit (Yeni Vakit) adlı gazetesini çıkarmaya başladı ve bu şehirde çıkan İşçiler Dünyası, Yol gibi çeşitli gazetelerin yayın kurulunda çalıştı. Sosyalizm Tarihi adlı bir eser hazırladığı da belirtilmesine rağmen bu eseri basılmamıştır. 1925 yılında Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin yeni başşehri olan Moskova'ya göç etti. Bir müddet SSCB halklarının merkez neşriyatında çalıştı. Türkçe öğretmeni olarak görev yaptı. Lenin'in toprak meseleleriyle ilgili makalelerini Kazan Türkçesine tercüme etti.

1937 yılında Türkiye lehine casusluk ve Stalin'e suikast hazırlığı gibi çeşitli uydurma suçlardan, suçlu bulunarak Stalin dönemindeki Tatar aydınlarını imha etme politikasının gereği olarak kurşuna dizildi.


ORHAN ŞÂİK GÖKYAY:


02 Aralık 1994:  Millî şairlerimizden Orhan Şâik Gökyay İstanbul’da vefat etti. Doğumu:  İnebolu, 16 Temmuz 1902.

Bulgaristan’ın Filibe şehrinden 1840 yılında Türkiye’ye gelen ve Bolu’nun Göynük ilçesine yerleşen  bir ailenin ferdidir. İlk şiiri 1922’de Kastamonu’da çıkan bir gazetede yayınlandı. Aynı yıl Ankara Öğretmen Okulu’ndan mezun olarak öğretmenliğe başladı. Üniversite mensubu olmamasına rağmen önemli bir bilim adamı idi. Türk Dili söz konusu olduğunda, “bilim” adı altında yapılan her yanlışın karşısına dağlar gibi dikilmiştir. O’nun yetiştirdiği öğrenciler, bilim konusundaki titizlikleri ile hocalarının yolunu tâkip ettiler. Böylece Türk Dili konusunda eşsiz eserler meydana getirdiler. 93 yaşında Hakk’a yürüdüğünde, üniversite kürsüsünde konferans veriyordu. 1924 – 1926 yılları arasında Çağlayan isimli dergiyi yayınladı. 1930’da Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Ölümüne kadar liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı.  1944’de Irkçılık – Turancılık Dâvâsı’nın mağdurları arasında idi. İlim çalışmalarının yanında yaşadığı yoğun duygu dünyasını şiirlerine aktardı. Böylece hem ilim, hem de edebiyat adamı unvanına hak kazandı.  ‘Bu Vatan Kimin’ başlıklı şiiri ile tanındı ve sevildi. Eserlerinden bazıları: Dede Korkut (1938), Kâtip Çelebi   (1968),  Bu Vatan Kimin?  (1994). Eşi ile birlikte Dorian Gray’ın Portresi isimli eseri Türkçeye çevirdi.

Orhan Şaik Gökyay’dan bir şiir:

BU VATAN KİMİN?


Bu vatan toprağın kara bağrında

Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir.

Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gaza bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır.

Ardına bakmadan yollara düşen,
 Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine
Bir gül bahçesine girercesine
Şu kara toprağa girenlerindir.

Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman.
Her taşı bir yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.

Gökyay'ım ne desem ziyade değil
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil
Topun namlusundan görenlerindir.



KIRIM TÜRKLERİNE UYGULANAN TEHCİR ZULMÜ


Rus yönetimi, 1700’lü yılların ilk yarısından hemen sonra, ele geçirdiği Türk bölgelerini ‘düşman ve yabancı unsurlar’ diye nitelendirdiği, genellikle Türk-İslâm veya Osmanlılara bağlı olan Müslüman kitleleri imha maksadıyla politikalar düzenlemeye başladı. Düzenleme, günümüzdeki Tataristan’ın başşehri Kazandan Azak’a kadar uzanan bölgeyi kapsıyordu. Bu bölgede yaşayan Türklerden birçoğu, canlarını kurtarabilmek için Osmanlı topraklarına göç ettiler.

Kırım Rus hâkimiyetine sokulurken, 8 Nisan 1783 tarihinde yayınlanan beyannamede şöyle denilmişti: ‘Bu manifestomuzla kendimiz ve haleflerimiz tarafından Kırım ahalisine taahhüt ederiz ki, haklarında bizim eski tebaalarımız gibi muamele olunacaktır. Bizim himâyemizde olmalarıyla şahısları, malları, mâbetleri ve dinleri korunacak, dinî merasimi alenen icra eylemeleri hususunda asla tazyik olunmayarak din ve mezhep konusunda tamamen serbest tutulacak ve her biri bizim eski tebaalarımızın nail oldukları faydalar ve imtiyazlarda müşterek ve eşit olacaklardır.’

Hâlbuki Çariçe Katerina'nın gözdelerinden olan Potemkin'in, 150.000 kişilik ordunun desteğinde yürüttüğü Ruslaştırma faaliyeti tahrip, müsadere, tehcir ve kolonizasyon şeklinde yürütülmekteydi. Halka yapılan baskı acımasızdı. Potemkin 1784'te, Kırım Türklerine birtakım haklar vaadeden beyannamesinin henüz mürekkebi kurumadan, ‘dağlık ve çöl olan mıntıkalardaki bütün Kırım Türklerinin yarımadadan uzaklaştırılması’ için bir günlük süre tanıdı. O’na göre; burayı mutlaka Türklerden temizlemek gerekiyordu. 1785-1788 yıllarında deniz kıyılarına, iskelelere ve limanlara yakın olan yerlerdeki halk, yapılan tazyiklere dayanamayarak mal ve mülklerini yok pahasına satıp Osmanlı Devleti'ne göç etmek mecburiyetinde kaldılar. Böylece 1800 yılına kadar yaklaşık olarak nüfusun % 33'ü yani 500.000 kişi Kırım’dan göç etti.

Yıllar yılı Osmanlı Devleti, Kırım Türklerine kucak açtı.

1944 yılında Stalin Kırım'da kalan son Türkleri de acımasızca Orta Asya bozkırlarına ve Sibirya'ya sürdü. Glasnost politikasından sonra Vatan Kırım'a dönen kardeşlerimiz 2013 yılında başlayıp 2014 yılında devam etmekte olan Rusya – Ukrayna çatışması sebebiyle günümüzde de sıkıntılı hatta felâketlere gebe günler yaşıyorlar.  

Prof. Dr. HİLMİ ÖZDEN: Bizim Ahıska Dergisi, Sayı: 34, Sayfa: 34




TÜRKÇÜ DÜŞÜNCELERİ SEBEBİYLE 5 EKİM 1938 TARİHİNDE
RUSLAR TARAFINDAN İDAM EDİLEN
ÖZBEKİSTAN’IN MİLLÎ ŞAİRİ ÇOLPAN’DAN ESİNTİLER…


Çolpan, eserlerinde, Türkistan'la beraber diğer Türk yurtlarının meselelerine de yer vermiş, bilhassa şiirlerinde, Türk dünyasının 1920'li yılların başlarında, içinde bulunduğu vahim durum ve bu arada Türkiye'deki Millî Mücadele/İstiklâl Harbi ile ilgili duygu ve düşüncelerini ‘Tufan’ başlıklı şiirinde olduğu gibi heyecanla terennüm etmiştir. Aynı şekilde Talat Paşa'nın Berlin'de, Cemal Paşa'nın Tiflis'te, Enver Paşa'nın da bugün Tacikistan sınırları içinde yer alan Belcivan'da Ermeniler tarafından şehit edilmelerinden duyduğu üzüntüyü de ‘Belcivan’ başlıklı şiirinde dile getirmiştir.

1913 yılından itibaren yazdığı şiirlerinde ‘Mirzakalender’, ‘Andicanlik’ ve ‘Çolpan/Tan Yıldızı’ imzalarını kullanan şair, millî ‘Korbaşı Hareketi’nin Kızılordu tarafından kontrol altına alınıp ve nihayet tamamen tasfiye edildiği yıllarda, kendini tamamen sanat faaliyetlerine vermiştir. Önce gazete ve dergilerde, sonra kitap hâlinde yayımlanan şiirlerini 1922 yılında ‘Uyganış’,  1924 yılında ‘Bulaklar’ ve 1926 yılında ‘Tan Sırları’ adlı eserlerinde toplamıştır.

Çolpan, Türkistan Özbek şiirine yepyeni, tabiî ve lirik bir duyuş tarzı getiren bu eserleriyle, 20. yüzyılda eser veren bütün Özbek şair ve yazarlarını etkilemiştir. O’nun bu etkisi, günümüz Özbek edebiyatında eserler veren genç şairler üzerinde devam etmektedir.

Çolpan'ın millî sembolizmin örnekleri kabul edilen eserleri, aynı zamanda dönemin sosyalist proleter edebiyat taraftarları ile Marksist eleştirmenlerinin de şiddetli tepkisini çekti. Gazete ve dergilerde aleyhinde tenkit yazıları yayınlandı. Bu eserlerinden dolayı Çolpan, ‘millî burjuvaziye hizmet etmek, milletçilik - milliyetçilik yapmak, Sovyet sistemine ve millî ve dinî değerleri inkâr eden Sovyet ideolojisine itibar etmemek’le suçlandı.

Bilhassa 1927 yılından itibaren hakkındaki suçlamalar arttı. Devamlı gözaltında bulunduruldu, birkaç defa kısa süreli olmak üzere hapsedildi, gözdağı verildi. Şiir yazması yasaklandı. Kendisine hiçbir yerde iş verilmedi, açlığa mahkûm edildi. Kısa sürelerle özel dersler vererek, tercüme yaparak geçimini sağlamaya çalıştı. Bu dönemde, Shakespeare'in ‘Hamlet’ini, meşhur Rus şairi Puşkin'in ‘Dubrovski’ adlı manzumesi ile ‘Boris Godunov’ adlı tiyatro eserini, Maksim Gorki'nin ‘Ana’ adlı romanını Özbek Türkçesine tercüme etti. Yine bu sıkıntılı dönemde, fikirlerinden çok etkilendiği büyük Hint şairi Rabindranat Tagor'u da ilk defa Türkistan'da tanıttı.

Çolpan, 1930'larda birçok defa sorguya çekildi. 1932 yılında Rus Sovyet yazarı Maksim Gorki'nin başkanlığında toplanan Birinci Sovyetler Birliği Yazarları Kurultayı’nda ilân edilen karar gereği Sovyet ideolojisine hizmet etmeyen hiçbir eser, edebiyat eseri sayılmaz ve yayımlanmadı. Bu tür eserlerin sâhibi olan şair ve yazarlar da ‘halk düşmanı - vatan haini’ ilân edildi. Gazete ve dergilerde, bu sanatkârları aşağılamak ve halkın gözünden düşürmek maksadıyla karalama kampanyası başlatıldı. Birçoğu tevkif edildi. Çolpan da 1934’te açık bir şekilde Türk milliyetçiliği yapmak ve Özbek halkının Sovyetleştirilmesine engel olmak suçundan dolayı tevkif edildi. Bir süre sonra serbest bırakıldı. Çolpan bütün bu baskı ve tehditlere rağmen fikirlerinden tâviz vermedi, haysiyetli bir şair olduğunu gösterdi. Nihayet 13 Haziran 1937'de ‘Millî İttihad’ adında, Sovyet inkılâbına karşı bir teşkilâtın üyesi olmakla suçlanarak yeniden tevkif edildi. On altı ay devam eden tutukluluğu sırasında, Sovyet ideolojisini benimsemedikleri için tutuklanan Fıtrat, Abdullah Kadiri, Atacan Hâşim, Gazi Âlim Yunusoğlu gibi diğer millî şair ve yazarlarla birlikte çok ağır hakaret ve işkencelere mâruz kaldı.

Sorgulamalar sırasında, Millî İttihad Teşkilâtı’na üye olmak ve Sovyet rejimi aleyhinde faaliyederde bulunmak, Türkistan'ın istiklâli için savaşmak, Basmacı - Korbaşı Millî İstiklâl Hareketi’ni desteklemek, Sovyet hükümetini aldatmak, Türkperestlik - Türkçülük teşkilâtının liderleri kabul edilen Feyzullah Hocayev ve Turar Rıskulov'un çevresinde faaliyetlerde bulunmak, şiirlerinde Sovyet ihtilâline karşı milliyetçiliği övüp göklere çıkarmak, Sovyet rejimini yıkmak üzere dış güçlerle işbirliği yapmak ve gençlere milliyetçilik ruhu aşılamakla suçlandı.

Ve nihayet 1938 yılı Ekim ayının 4'ünü 5'ine bağlayan gece, Taşkent hapishanesinin avlu kapısından çıkan kapalı kamyonlar, toprak yolun geceden daha karanlık toz bulutu içerisinde şehrin kuzey-doğusuna doğru homurdanarak yol aldılar. Kimleri, nereye, niçin götürdükleri bilinmeyen bu kamyonlar, saatlerce yol aldıktan sonra, nihayet köpek ulumaları arasında bir köyün çıkışından kıvrılarak bir tepeye tırmandı. Burası harman yeri gibi düzlük bir yerdir. Vakitse, gece yarısını çoktan geçmişti. Halka hâlinde dizilen kamyonların ışıkları, ortadaki meydanı gündüz gibi aydınlatmaktadır.

Boğuk bir sesle Rusça yağdırılan emirlerin ardından, keskin düdük sesleri ve silâh şakırtıları arasında kamyonların gacır gucur öterek açılan arka kapılarından, kaç kişi oldukları bugün bile meçhul olan, paçavralar içindeki saçı sakalı birbirine karışmış, dayak ve işkenceden çökmüş, ölmekten beter hâle getirilmiş, bileklerine kelepçe, ayaklarına prangalar vurulmuş, fakat gözleri Türkistan semasındaki yıldızlar gibi ‘Çolpan Çolpan’ parlayan bir bölük talihsiz adam indirildi.

Kamyonların ışığı altında hakaretlerle meydanın ortasına sürüklenen bu talihsizlere, kelepçeleri çözülerek, ellerine tutuşturulan kazma-küreklerle birer çukur açmaları emredildi. Tutuklandıkları tarihten iki yıl sonra ilk defa zindan dışına çıkarılan bu talihsizler, vatanları Türkistan'ın ‘musaffa, begubâr’ serin havasmı teneffüs ederek kendilerine verilen emri yerine getirdiler. Peki, ya sonra? Sonra hepsi birden açtıkları çukurların başında diz çöktürüldü. Ve ardından emir olarak homurtuya benzer çirkin bir sesin yankılanmasıyla birlikte hepsinin ensesine birer kızıl kurşun sıkıldı. Gecenin ağarmaya yüz tuttuğu sırada gözlerdeki ‘Çolpan’ parıltıları söndü ve iki yıldan beri Taşkent zindanlarında, Özbeklerin ifâdesiyle, ‘it körmegen azablarnı çekgen’, yorgun, bitkin, ölmeden öldürülmüş, çürütülmüş olan bedenler birer birer vatan toprağına karıştı. Ve aynı gün öğle saatlerinde toplanan âdil(!?) Sovyet mahkemesi, geceden beri çoktan soğumuş olan bu bedenleri idama mahkûm etti.