KUR’ÂN-I KERİM’İN CEM’ VE TERTİBİ’NDE İKİNCİ DEVRE:

Resûl-i Ekrem salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz ahireti teşrif edince arktık vahy-i İlâhî kesilmiş, Kur’ân-ı Kerim’in hey’eti Mecmuası tayyün etmişti. Hilafet Makamını ihraz eden Ebû-Bekir el-Sıddık radiya’llahu anh zamanında pek çok gazalar vuku’ buldu. Bu gazalarda ve bilhassa Yemâme muhârebe’sinde kurrâ-i Kirâm’dan pek çoğu şehid olmuştu. Bu hâdise, Sahih-i Buhârî’de yazılı olduğu üzere Hazret-i Ebû-Bekir’in ve bilhassa Hazret-i Ömer’in nazar-ı dikkatini celbetti. Bu gibi zâyiat neticesinde Huffâz-ı Kirâm’ın azalabileceğini düşündüler, nihayet vahiy kâtiplerinden “Zeyd İbn-i sâbit” Hazret’leri başta olmak üzere Osman, Ali, Übey İbn-i Ka’b, Abdullah İbn-i Mes’ud, Abdullah İbn-i Abbâs, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Zübeyr, Abdullah İbn-i Sâib, Talha, Sa’d, Huzeyfe, Amrü’bnü’L-As, Ebû Hüreyre, Halidü’bnü’L-Velid, Ebû-Mûse’l-Eş’ari, Ebû Zeyd, Ebü’d-Derdâ, radiya’llahu anhüm ecmaîn gibi pek çok mümtaz Ashab-ı Kirâmdan bir encümen teşkil edildi. Zeydü’bnü Sâbit Hazret’leri pek kuvvetli hafız idi. Kırâet vecihlerini de tamâmen Resûl-i Ekrem’den zabtetmişti. Kur’ân’ın resm-i hattı da kendisince bihakkın ma’lûm ve müteyakkan bulunmuştu. Arkadaşlarının müşaveresinden ve mesailerinden de istifade ederek müteferrik surette yazılmış olan âyet’leri, sûre’leri bir araya toplayarak bunları bir kitap halinde yazmaya başladı.

Şöyle ki: Âyet’ler, sûre’ler zamân-ı Nebevî’de olduğu gibi tekrar yazıldı. Yalnız hafızlara it’imat ile iktifa edilmedi, Kemâl-i İhtiyad ile hareket edilerek, ne kadar varakalar (Kağıt parçaları), deriler, levhalar üzerine yazılmış âyet’ler var ise hepsi de toplandı. Bu âyet’lerin Resûl-i Ekrem tarafından nasıl tilavet olunmuş, nasıl yazdırılmış, nasıl istiflenmiş olduğu da büyük bir ihtimam ve ittifak ile tesbit edildi. Bu hususta daha pek çok Ashab-ı Kirâm’ın şehâdet’lerine de müracaat edilerek Kur’ân-ı Kerim’deki tevâtür’ün menkûliyyet vasfı bu vesiyle ile de yeniden tebârüz ettirilmiş oldu.

Dinî hususlarda fevkalâde hassas, hârikulâde bir salâbete mâlik olan sahâbe-i Kirâm’ın bu babda zerre kadar müsâmahada bulunmalarına imkan mutasavver değildi.

Artık o zamana kadar tamamen hafızalarda bulunan vev müteferrik sûrette tamâmen yazılmış olan Kur’ân-ı Mübîn,bir kitap halinde tamâmen yazılıp toplanmış ve yine bin müşavere neticesi olarak İbn-i Mes’ud Hazret’lerinin teklifi üzerine bu kitab-ı İlâhi’ye “Mushaf” adı verilmişti. Şu kadar var ki, bu Mushaf-ı Şerif’de her sûre müstekıl bir kitap gibi idi; yazılışı i’tibariyle bir tertibe, bir sıraya konulmuş değildi.

Velhasıl bu sûretle de Kur’ân-ı Kerim’in cem’ine dair ikinci devre vücuda gelmişti. Bu Mushaf-ı Şerif’i Ebû-Bekir el- Sıddık radiya’llahu anh nezdinde saklamıştı. Maraz-ı Mevtinde (ölüm hastalığında) Hazreti Ömer’e tevdi etmişti. Onun şehâdetinden sonra da Mukaddes Mushaf, Ümmü’l-Mü’minin Hazreti Hafsa’nın nezdinde mahfûz bulunmuştu.

Şunu da ilâve edelim ki, Ali el-Murtaza, İbn-i Mes’ud gibi zât’ların cem’ ve tertib etmiş oldukları Mushaf’lar da var idi, bunlar esasen müttehid idiler, sûre’lerin tertibi hususunda ba’zı farklar bulunuyordu. Bir de bunlardaki Kur’ân lafızlarından ba’zıları Kureyş Lügatiyle olmayıp Arab kabilelerinden başka birinin lügatına göre idi. Şöyle ki: Kur’ân-ı Azîm, yedi lügat üzerine nâzil olmuştu, ya’nî elfâz-ı Kur’âniyye’den ba’zıları Arab kabile’lerinin en fesîh’lerinden olan Kureyş, Hüzeyl, Sakîf, Hevâzin, Kinane, Temim, Yemen kabileleri lehçelerine tevâfuk ediyordu. Nitekim, pek çok zevâta ve Beyhakî’nin tashihine ve Ebherî’nin ihtiyarına göre, “Şüphesiz, şu Kur’ân yedi harf üzerine nazil  inzal olunmuştur. Siz onlardan kolayınıza gelene göre okuyunuz,” meâlindeki  hadis-i Şerif’te yedi harf’ten maksad da budur. Meselâ, Bakara Sûresi, (2/20) âyetinde geçen “Meşev Fîhi” yerine, “Saev Fîhi” veya “Merav Fîhi” olarak da okunabiliyordu. Bu kelimeler müteradif lafızlardan olduğu cihetle ma’naya te’sirleri bulunmuyordu. Bu muhtelif lügatlar üzere tilavetin hepsi de câiz, Resûlullah’tan tevâtüren sâbit bulunmuştu. Bu da İslâmiyyetin bidâyetinde henüz İslâmiyet’i kabul eden kabilelere bir kolaylık göstermek hikmetinde henüz müstenid bulunuyordu.

Bu gibi kırâetlerden her birini Kurrâ-i Sahâbe’den biri iltizam etmiş bulunuyordu. Âfâkdaki (Mekke-Medine haricindeki) Müslümanlar da Kur’ân-ı Kerim’in kırâetini bu zâtlardan ahz (alıyor), telakkî ediyorlardı.

Meselâ: Kûfe’li’ler İbn-i Mesu’d’dan, Humuslu’lar Mikdadü’bnü’l-Esved’den kırâetlerini ahzetmişlerdi. (almışlardı.)

ÜÇÜNCÜ DEVRE:

Hazret-i Osman’ın hilafeti zamanında Müslümanlar çoğalmış İslâm memleketleri genişlemiş, gerek Ashab-ı Kirâm’dan ve gerek Tâbiî’nden bulunan pek çok mücâhid’ler etrafa dağılmış, Din-i İslâm’ı i’lâ’ya çalışıp duruyorlardı. Nihayet Azerbaycan, Ermeniye muharebe’lerinde hazır bulunan, Şamlı’lar ile Iraklı’lar arasında kırâet vücuhu dolayısiyle bir ihtilaf yüz gösterdi. Ba’zı zevât, “Benim kırâetim senin kırâetinden hayırlıdır,” diye münakaşaya kalkışmıştı. Taraflardan her biri kendi tarz-ı kırâetini sevab görüyor, diğer tarafı diğer tarafı aşağılamak istiyordu. Bu yüzden ileride Müslümanlar arasında büyük ihtilâf’lar, yanlış telakkî’ler zuhur edebilirdi.

Medâyir ordu’larının kumandanı olup Resûl-i Ekrem’in sır Kâtibi (Mahrem-i râzı) bulunan Huzeyfetü’l-Yemânî, radiya’llahu anh, bu hâdise’yi Hazret-i Osman’a bildirdi, Hazret-i Ebû-Bekir radiya’llahu anh zamanında yazılmış olan Mushaf-ı Şerif’den bir-kaç nüsha yazdırarak büyük İslâm Merkez’lerine birer nüsha gönderilmesine, müteradif kelimeler i’tibariyle ihtilâf’ın bertaraf edilerek kitâbet’de vahdetin (birliğin) te’min edilmesine lüzum gösterdi. Filhakika, Müslümanlık genişlemiş, Müslümanlar arasında ta’lim ve terbiyece bir vahdet (birlik) tecellî ederek her Müslüman, Kur’ân-ı Mübîn’i asıl nazil olduğu Kureyş Lehçesi üzere okumaya müstenid bir hale gelmişti. İslâmiyetin başlangıcında gösterilmesi hikmek muktazası olan tashihata (düzeltmelere) hâcet kalmamıştı, binaenaleyh beyhude yere ihtilâf’lara, yanlış tevcih ve telakkî’lere meydan verilmemesi için Kur’an-ı Kerim’in tamâmen Kureyş Lügati üzerine yazılıp neşredilmesine lüzum görülmüştü. Bunun üzerine Osman radiya’llahu anh, Medine-i Münevvere’de bulunan on iki bin’den ziyade Ashab-ı Kirâm’ı toplayarak kararlarını aldı; Ashab-ı Kirâm’ın ileri gelen büyüklerinden bir hey’et vücuda getirdi, bunların başlıcaları, Zeydü’bnü Sâbit Hazret’leriyle, Abdullah İbn-i Abbâs, Abdullah İbn-i el-Zübeyr, Saidübnü’l-As, Abdullahi İbni’l-Hâris radiya’llahu anhum Hazaratı idi.

Hicretin yirmi beşinci senesiydi, bu zevât, Ümmü’l-Mü’minin Hazreti Hafsa nezdindeki Mushaf-ı Şerif’i alarak nüshaları çoğalttılar. Bir rivayete göre beş sene içinde dört nüsha yazılıp biri hilafet makamında hıfz edildi, diğerleri de Kûfe’ye, Basra’ya, Şam’a gönderildi. Diğer bir rivayete göre yedi nüsha yazılıp birer nüsha’da, Yemen’e, Bahreyn’e, Mekke-i Mükerreme’ye gönderilmiştir. Bu nüsha’larda ihtilâf bertaraf edilmek için esas olan Kureyş Lehçesi büsbütün ihtiyar edilmiş, mütradif lügatlardan Kureyş Lügati tercih edilerek diğerleri yazılmamıştır. (Fethu’l-Bârî)’de denildiği üzere, Hazret-i Osman, Mushaf-ı Şerif’i bir lügata kasr etmiş, Kureyş Lügatı en tercih edilen lügat olduğundan ona iktisarı iltizam eylemiştir. Bununla beraber sûre’ler de bildiğimiz veçhile tertibe konulmuştur. Bu i’tibarla Hazret-i Osman’a (Câmiu’l-Kur’ân) unvanı verilmiştir.

Sûre’lerin bu cihetli tertibi tevkifî midir, yoksa içtihâdî midir? Mes’elesinde ihtilâf vardır. Ulema’nın Cumhuruna göre tevfîkî’dir; Cibril-i Emîn’in ta’limine, Resûl-i Ekrem’in işâretine müstenid’dir. Nitekim namazda da bu tertibe riayet edilmesi, fukaha’nın ekseriyyetine göre esâstır.

Hazret-i Osman’ın yazdırdığı bu nüsha’lara (İmam) denir. Bununla beraber asıl Hazret-i Osman’ın yanında kalan Mushaf-ı Şerif nüsha’sına (imam) denilmesi daha yaygındır.

Hazret-i Osman radiya’llahu anh, Hazret-i Hafsa’dan alınan Mushaf-ı Şerif’i bilahare kendisine iade etmiş, bundan sonra yazılacak mushaf’ların bu merkezlere gönderilen mushaf’lara göre yazılması lüzumunu, bu husustaki Ashab-ı Kirâm’ın icmaına mebnî her tarafa tebliğ eylemiş, bunlara tertibce muhâlif, mütradif kelime’leri hâvî müteferrik sahife’leri de yaktırmış, Müslümanların arasında vahdeti te’min buyurmuştur...