Merhaba insan kardeşlerim. Çoğumuzun kopamadığı bir an vardır takvim yaprakları arasında.
Benim takvim yaprağım ekime yaklaştıkça daha bir acıtıyor canımı. Zira saatler babamın göçünü sıkıştırıyor aklımın fukaralığına. Öksüz bir serzeniş dem vuruyor durmadan . Baba sözcüğü yumru hala yutağımda.
Ah Yıllar...
Emdikçe özlemleri tası tarağı topladık, yola koyulduk. Ürküten seferlere düş koyduk. Anılar ısıttıkça ağrıları, sadaklarda zehirli oklar gani oldu. Miadı dolmayan kavram ah...
Çocukluğun sarp geçitlerinde, dolanan gölgelere tutsakken yüreklerimiz, simsarların elinde slogan geçmişimiz.
Şimdi, en çok ağrıyan yanımızla haşir neşir günümüz.
Seni sarıp sarmalamışlar iki metrelik kundağa, çatlaklarından boy veren ışıklara aldırmadan öylece uyuyordun...
Öylece dalmıştın.
Ve ben seni ilk defa görmüş gibi, ilk defa tenine dokunmuş gibi, ilk defa yeşilinde kaybolmuş gibi gözlerinin hayretler içinde baktım.
Yoo, yooo bakakaldım öylesi öylesine ağrılı...
Dokunmalı mıydı efkâr demli tenine?
Akları kederine eş saçlarını okşamalı mıydı?
Nasırlı ellerini yüreğime dayayıp ağlamalı mıydı sağulu sedam?
Ne yapmalıydım bu deprem uyanışında?
Sararmış tenine kondurduğum buseleri hisseder miydin?
Ya ya yeşil gözlerin ah…
Hâlâ açık hâlâ bana bakarken biri, ellerimle gömmeli miydim ışığını zifire?
Ne yapmalıydım?
Yıllarımın sahibi, varlığımın müsebbibi yatarken yerde ne yapmalıydım?
Hani kızların ilk aşkı babalarıymış derler ya benimki de o cinsten. Gördüğüm en güzel gözlerin sahibi duyduğum en buğulu ses ona aitti, en heybetli, en yakışıklı, en sevecen, en koruyucu ve en kederli benim babamdı...
Şimdi övgülerimin yegânesi sırt üstü yatıyordu. Hareketsiz, bitap, yorgun, sessiz, sedasız.
Ve ben!
Gözlerime sığdıramadığım; gönlümde okyanuslar büyüttüğüm adama son kez bakıyor olmalıydım...
Ne yapılırdı son defa ne yapılmalıydı?
Zılgıt sesleri beynimi tırmalarken saçlarına dokundum usulca rüzgârların kavgasına şahitliğim o zamandan kalma!
Tenine dokunmak ürkütürken benliğimi ömrümün en yavan sofasının açlığında iki büklümdüm şimdi. Aysbergden giysi giymişti teni. Buzul yamaçlarında bedeninin ellerine takıldı gözlerim. elleri nasırlı, elleri bitkin, iyi yanda koparılmış iki daldı sanki. Usulca yüreğime bastırdım düştükçe iki yanına yeniden sarılıyorum ellerine ve yeniden yüreğime sokuyorum... Kızılca kıyamet bu olmalıydı. Gözleri sesleniyordu bana yeşil yeşil...”hazalım canımın içi dökme gözlerinin nemini”...
Dili alınmıştı sözcüklerin. Gözlerim yokluğun intihar boşluğuna asılı kalmıştı adeta. Kızıl bir acı çöreklenmişti bu ebedi yokluğa, artık bu ıssız çölün içinde dikenler büyütecektim.
Zihnimden yeşil gözlerinin anıları geçiyordu, dünden kalma hatırla. Kendime ’ölüm de var’ diyordum. Ölüm bize de var(mış). Yine de dilim varmıyordu ayrılığa ölümü şahit tutmaya... Dudağıma mühürlediğim adı eski bir alışkanlık olacaktı. Eski bir yaprak olacaktı, eski bir resimde gülümseyecekti artık. Bir gözü açık, ölüm bakıyordu babam. Solgun gözbebeklerinde yarım kalmış hayallerini gördükçe, öfke çiçekleri açıyordum bu yaman uçurum diplerinde.
Kıymık batımı olacaktı yüreğimizde bir ömür. Bu kurşunu hiçbir hekim çıkaramazdı hüznümüzden.
Aaah, Biliyordum artık baharlar büyümeyecek, kışların buzu çözülmeyecek. Ölüm, gözleri aralı, donuk bakmaktı bir çıkın içinde.
Ölüm ayrılığı ağırlamaktı ölünceye dek. Dile vasfolunması mümkün değilken ve sönerken gözlerinde abı hayat.
Ölüm ayrılıktı evvelden.
Ölüm hicrana gömülmekti ezelden.
Ölüm ebedi kor olmaktı yaşarken.
Anladım.
Takvimler ayrılık zamanına yaklaşırken seni anıp sana yanmak
Sesler kış