Her konuda olduğu gibi, Kıbrıs konusunda da konuşmayı lüzumsuz kılan; 

     Hatâlı bir teşhis ve tesbitle karşılaşıyoruz.

     Yurtta ve yurt dışında “Siz statükoculara göre” diyerek söze başlanıyorsa; 

     Yani sizi sâbit, durağan, değişmez katı fikirlere sahip kişilikle itham ederek, 

     Töhmette bulunarak söze giriliyorsa...

     Bilelim ki söze bu şekilde başlayana karşı konuşmanın; inanın artık hiçbir yararı yoktur. 

     Çünkü siz ne söylenecekse  söylemiş olun, artık bir şey ifade etmez. 

     Zira karşı taraf, peşinen hükmünü vermiş durumdadır. 

     Konuştuklarınız veya konuşacaklarınız fikir ve görüşlerin; 

     Onun yani muhatabın nazarında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. 

     Çünkü size “statükocu” olduğunuz sâbit görüşüyle bakılmaktadır. 

     Bu takdirde, muhatabı / konuştuğunuz kimseyi, karşınıza almanın hiçbir faydası yoktur. 

     Orada oluşunuz, onca değersizdir.

     Evet sizi “statükocu”  olarak yaftalıyan kimse karşısında, ne söyleseniz nâfile olacaktır. 

     Öyleyse siz ne söyleyecekseniz söyleyin. Mademki muhatabınız sizin fikir, görüş 

     Ve düşüncelerinizi;  donmuş, tutarsız ve yersiz buluyorsa, yapacak bir şey yok demektir.

     Oysa karşılıklı konuşmalarda iki taraf da sloganlaşmayı ağızlarına almamalı. 

     Birbirini, daha baştan reddeder bir pozisyona / duruma düşürmemelidir.

     İki taraf da konuşmalı. Fikre fikirle karşı çıkıp cevap vermeli. 

     Bunu da münakaşa şekline asla dönüştürmemeli.

     Çünkü kimse kimsenin kalbine zorla bir şey koyamaz. Zaten zorla kalplere hükmedilemez.  

     Öyleyse karşı tarafın fikrî hâkimiyetine girmek zorunda kalınacağı gibi, 

     Yersiz endîşeleri bir tarafa bırakmalı. Rahat olmalı.

     İki taraf da akla kapı açmalı, ihtiyarı / isteği kabul edip etmemeyi serbest bırakmalı. 

     Sonucu tabii ve doğal karşılamalı.

     Konuşması biten susmayı tercih etmeli. Asla kabul ettirmek için baskıya kalkışmamalı. 

     İcbar etmemeli. Yani karşı tarafı zorlamamalı. 

     Sadece sözleriyle ikna etmeye ve inandırmaya çalışmalı.

     Kabul görüp görmemeyi, iki taraf da içine sindirmeli. 

     İlle de bu böyledir diye birbirini sıkıştırmamalı. Birbirini yekdiğerine mes’ele yapmamalı. 

     Sorun hâline getirmemeli.

     Eğer konuşmamız, karşı tarafta etkili olursa ne âlâ. 

     Zaten karşı taraf ayrıca sormak ihtiyacını hissedecektir. 

     Bu yapılmadığı takdirde, ille de bu böyledir şeklinde bir inatlaşmaya, asla kapı açmamalıdır.

     Masaya dostça oturup dostça kalkmayı bilmeli. El sıkışarak ayrılmayı yeğlemeli. 

     Tekrar karşılaşacağımız mümkün kişiler karşısında, 

     Sonradan mahçup olacak duruma kendimizi düşürmemeliyiz. 

     Kısaca karşılıklı konuşmanın âdâp ve erkânına riayetkâr olmalıyız.

     İnançta bile kesin olarak inanılması gerekenler var. Sayıları sabittir. Ne eksilir ne artar. 

     Onlara itiraz edilmez, reddedilmez. Hafife alınmaz. Hakkında münakaşa edilmez. 

     Üstünde şek ve şüphe bulutları dolaşmaz. Çünkü onlar inancın olmazsa olmazlarıdır. 

     İnancın şartları gibi, bunlara asıl, esas ve temel denir.

     Bir de inançların teferruat / ayrıntılar dediğimiz tarafları vardır ki, onun durumu farklıdır. 

     Onlar hakkında konuşurken kendimizi daha rahat hisseder; 

     Onları konuşurken pek mahzur görmez yani çekingen davranmayız.

     İşte dış politika da böyledir. Her devletin olmazsa olmazları vardır. 

     Şimdilerde buna “kırmızı çizgiler” deniyor. 

     Kimse onlara rağmen bir anlaşmaya, bir uzlaşmaya gidemez. 

     Giderse bu kendi varlığını, varoluş keyfiyetini dinamitlemek, bindiği dalı kesmek; 

     Kısaca intihar olur.

     Gelelim Kıbrıs mes’elesine...Denilecek ki bu bakış ve yorum anlayışıyla bir yere varamayız.

     Netice alamayız. Doğru, alamayız. Ama ne zaman alamayız? 

     Karşı tarafın kırmızı çizgilerini kaale almaz. 

     Onlara saygılı davranmazsak tabii ki sonuç alamayız.

     Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti, körü körüne dayatıcı bir devlet değildir. 

     Yunanistan’ın ve Kıbrıs’ın kırmızı çizgilerini kabul ediyor. 

     Onları çiğnemiyor, çiğnemek istemiyor.

     Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Kıbrıslı Rumların varlığını reddetmiyor. Kabul ediyor. Tanıyor. 

     Ama sen de beni yani Türklerin varlığını, ayrı bir unsur olarak tanı diyor.

     Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Kıbrısı yani GKRY’ni tanımıyor değil. 

     Ama onların da KKTC’ni tanımalarını istiyor. 

     Türkiye; Rum ordusunu Kıbrıs’ta görmek istemiyor değil. 

     Lâkin onların da Türk ordusunu tanımalarını istiyor.

     Türkiye Cumhuriyeti Devleti; GKRY’ni tanır ama bir şartla; 

     Kendisi gibi Rumların da Türklerin varlığını tanımasını istiyor.

     Ayrı diliyle, farklı diniyle, başka millet oluşuyla kabullenmesini istiyor.

     Tanımayı tanınmasına bağlıyor.

     Ben senin kırmızı çizgilerini kabule hazırım. 

     Ama sen de benim kırmızı çizgilerimi tanımalısın diyor.

     Fakat Avrupa’nın tek yönlü siyaseti, yanlı tutumları; Rumların sertleşmesine sebebiyet veriyor.

     Demek ki asıl statükoculuğu Rumlar yapıyor. AB yapıyor. ABD yapıyor. 

     Rumların hâmileri, onları himaye eden Yunanlılar yapıyor. 

     Her ikisini de, tam bir taassupla / körü körüne kollayıp gözeten AB ve ABD yapıyor.

     Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti; kendine istediği her şeyi Rumlar için de istiyor. 

     Kendisi için istemediği her şeyi Rumlar için de istemiyor.

     Rumlar, Yunanistan, AB ve ABD ise Rumlar için istediklerini; 

     Kıbrıs Türkleri için de istiyor değiller.

     Aynı AB ve ABD; Rumlar için istemediklerini; Kıbrıs Türkleri için de istemiyor değiller.

     “Böyle gecenin hayır umulur mu seherinden?”

     Şimdi bu durum karşısında sormak gerek:

     Kim statükocu kim dayatmacı?

     Kimlerden kaynaklanıyor bu acı?

     Tüm dünya çöreklenmişken Türk’ün başına!

     Zehir katmak için ekmeğine aşına!

     Acılardan pek acı geliyor şimdi bana,

     Yanında hafifliyor duyduğum kin düşmana.

     Kendi aydınımın Türkiye’yi itham eden sözü;

     Mes’elenin başka değil işte asıl özü.

     ( 06. 01. 2005 )