Yeni yıla girerken 31 Mart’ta yerel seçimlerin yapılacağını hepimiz biliyorduk. Ama İstanbul’daki seçim sonuçlarının bu kadar uzun süre tartışılarak gündemde olacağını ve bu belirsizlik içinde memlekette bir kaos ortamı oluşacağını pek tahmin etmiyorduk.

Aslında görünen köy kılavuz istemez misali İstanbul ve Ankara’da sonucun böyle de olabileceğini hemen herkes aklından geçiriyordu ama, kimse bunu dillendirmek istemiyordu. Reis’in günde birkaç miting yapacak kadar kendini yorması, onun da bu gerçeği bildiğinin bir ifadesiydi.

İşte böyle tartışmalı ve biraz da şaibeli bir seçimin sonucunu her gün merak ederken Ramazan geliverdi. Gerçi üstüste yaşadığımız kandil geceleri Ramazan’ın en belirgin habercisiydi ama, yine de biraz hay huy içinde yakalandık sanki mübarek aya…

Reklam panolarında Ramazan’ın bereketinden bahseden çarşaf çarşaf ilanlar var. Eskiden gerçekten bu ayın bir özelliği ve kendine mahsus da bir bereketi vardı. Hâlâ devam ediyor mu, ya da ben mi yeterince hissedemiyorum, bilemedim.

Ramazan denince ilk akla gelen şey elbette oruç... Oruç denince de iftar sofraları, sofraları süsleyen sıcak pideler, fırınlarda oluşan pide kuyrukları, sokakları dolduran kalabalıkların iftar topu patlar patlamaz bir anda yok olup, ortalığı derin bir sükûnetin kaplaması, minarelerde ışıl ışıl kandillerin yanması, selatin camilerin iki minaresi arasına mahyalar asılması, sonra teravih için yollara dökülen eli tespihli teyzeler falan akla gelirdi.

Giderek her şeyimiz değişirken Ramazan algımız da hayli değişti. İftar topu bile birçok yerde patlamıyor artık. Herkesin eli telefonda, gözü televizyonda. Pide kuyruğu da pek kalmadı. Her markette her bakkalda ve ramazan dışında da her yerde pide var. Minareler dersen gökdelenlerin arasında kaybolmuş. Şehir zaten her zaman ışıklı. Yanıp sönen rengarenk reklamlardan mahyalar bile farkedilmiyor.

Bir başka açıdan belli ekonomik imkânlara kavuşanların beş yıldızlı otellerde verdiği iftar ziyafetleri gündemimizin başköşesinde. Sonra yolu uzak olan, evine yetişmesi mümkün olmayan, ya da fakirlikten sofrasında iftar imkânı bulamayanlar için samimiyetle ve iyi niyetle düzenlenen iftar çadırlarında yaşananlar da son yılların Ramazan algısına farklılık getiren uygulamalardan biri.

İnsanın manevi değerlerden zevk alabilmesi için önce maddi açlığını doyurması lazım. Peki bu durumda fakir kimseler nasıl dindar ve manevi değer sahibi olabiliyordu diye sorarsanız, onlara bu özelliği kazandıran, aza kanaat getirebilmeleri, bulundukları duruma, kendilerinden daha da zor şartlar altında olanları düşünerek şükür edebilmeleriydi.

Gelişen ekonomik imkânlarla birlikte kanaat ve şükür duygularımız da zayıfladı. İbadetlerin manevi hazzı, yerini maddi faydalara bıraktı. Akşam sofrada etinden sütünden tatlısına kadar her şeyden geberinceye kadar kime yemek vadetseniz, herkes sabahtan akşama kadar sabredip yemek yemeden durabilir. Böyle bir ödül için bu küçücük zahmet çekilebilir.

Oysa hocalar vaazlarda ve hutbelerde, Allah’ın “orucun ecrini bizzat ben vereceğim” şeklinde bir vaadi olduğundan bahsediyorlar. Allah’ın özellikle mükâfatlandıracağı oruç, acaba akşama verilecek ziyafet için mideyi bilerek ve isteyerek boş bırakmaktan mı ibarettir?

İbadetler, insan hayatında uygulanması gerekli birtakım kuralların öğrenilmesini sağlamak ve bunlara karşı dayanıklı olmanın yolunu göstermek için  yapılan anterenman niteliğindedir. Eğer hayatın akışı içerisinde, o ibadetin amacına uygun davranışlarınız yoksa, yaptığınız ibadet sadece şekilden ibaret kalır. 

“Dinin direği” olarak ezberletilen ve söz olarak sürekli tekrarlanan namaz, Kur’an’da bize “Sizi her türlü kötülükten alıkoyar” diye tarif ediliyor. Milyonlarca insanın her gün namaz kıldığı  bir ülkede kötülükler günden güne azalacağı yerde artıyorsa, bizim başımızı iki elimizin arasına alıp “biz nerde hata yapıyoruz diye düşünmemiz lazım. 

Oruç için de benzer şeyleri söylemek mümkün. “Tok açın halinden anlamaz” diye bir atasözümüz vardır. Aç kalacağız ki, canı bir şeyler isteyip de alıp yiyemeyenin halinden anlayalım. Hangimiz akşama gideceğimiz iftar sofrasında neleri yiyeceğimizi hayal etmekten, bir açın halini düşünüp anlamaya vakit bulabiliyoruz ki…

Manevi hazların yaşanması için, zorunlu maddi şartların yerine gelmiş olması lazım dedik. Açlık, içgüdüsel Tanrı vergisi bir dürtüdür. Karnını doyurmadan kimse manevi bir haz duymaya kendini hazırlayamaz. Dolayısıyla bir İslâm toplumunda ekonomik dengeler çok önemlidir.

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” sözü, azıcık düşünenler için neler anlatmaz ki… Günlük iaşemizin normal bir sonucu olarak bir anlamda sadece akşam yemeğimizi iftar saatinde yememiz gerekirken, tuttuğumuzu zannettiğimiz orucun mükâfatı gibi soframızı kuş sütüyle donattığımız zaman, “akşama kadar oruç mu tuttuk, yoksa sadece aç mı kaldık?” diye bir düşünmemiz lazım.

Her alanda orta yolu bize tavsiye eden dinimizin ekonomik bağlamda ortaya koyduğu en önemli kurallardan biri de “israf etmemek”tir. Bir tarafta gerçekten iftar saatinde sofrasına ihtiyacı kadar  yiyecek bir şeyler bile temin edemeyenler varken, sözünü ettiğimiz beş yıldızlı otellerde, hatta sıradan lokantalarda patlayıncaya kadar yedikten sonra bile artan ve dökülen yiyeceklerin hesabını kim verecek bilemiyorum.

Bütün ibadetler Allah’a kulluk için yapılır. Zaten ibadet kelimesinin anlamı “kulluk” demektir. Oruçla ilgili kutsal hadisin anlamından yola çıkarak, onun değerlendirilmesinin ve mükâfatının verilmesinin bizzat yaratıcı tarafından üstlenilmiş olması size de çok anlamlı gelmiyor mu?. Çünkü oruç en gizli yapılan ibadetlerden biridir. Sizin kimse görmeden bir şey yiyip içtiğinizi sadece Tanrı bilir.

İnsanları bu konuda kandırmanız mümkün olabilir ama, kendinizi kandırmanız mümkün mü? “Şu uzun ve sıcak yaz günlerinde, şimdi kim uğraşacak oruçla moruçla” deyip, oruç tutmamak için bahane icat edenler, seferi olmak için tatile çıkanlar, oruç tutulmayan farklı ülkelere seyahatlerini ramazana denk getirenler, aslında kendilerini kandırmaya çalıştıklarını bir bilseler…

Kişilerin ibadetlerini yapıp yapmamalarını sorgulamak bize düşmez. O Tanrının bileceği bir iş. Ancak biz yaşadığımız toplumda, samimiyetin, iyi niyetin, büyüklere saygılı olmanın, küçüklere, gençlere, kadınlara insanca davranmanın, sonuç olarak kendi mutluluğumuz sağlayacak davranışları sağlamanın sorumlusuyuz. Bunlar kendiliğinden olacak şeyler değil.

Vaktiyle gayrimüslimlerin, oruç tutan birinin yanında, ona duyduğu saygı dolaysıyla alenen bir şey yiyip içmediği hâtıra olarak anlatılır. Toplum halinde yaşamanın gerektirdiği kurallardan biri de, özgürlüğümüzü kullanırken, başkalarının özgürlük sınırlarını ihmal etmemektir.

Oruç tutanların tutmayanlara karşı bir müdahalesi yanlış bir davranış olduğu kadar, tutmayanların tutanlara karşı takınacakları olumsuz tavır da edep dışı bir davranıştır. 

İnternet sayesinde gelişmiş ülkelerin her türlü yaşam tarzını günü gününe izleyip uygulama imkânı bulurken, bizi bu ülkelere aslında hayran bırakan asıl özelliğin medeni davranış biçimi olması gerektiğinin de bilincinde olmamız gerekir. “Onlar da gerçekten medeni bir tavır ortaya koymuyorlar” diyorsanız ve bunun da farkındaysanız, o zaman körü körüne sadece yanlışların taklit edilmesinin gerçek bir medeniyet anlayışı olamayacağını da bilmeliyiz.

İslâm dininin insanlara “yapın” diye emrettiği her davranış ve harekette insana ve topluma pek çok fayda, “yapmayın” dediği her şeyde de insan ve toplum için pek çok zarar vardır. Bugüne kadar bunun aksini ispat edecek bir sonuç ortaya çıkmamıştır.

Bu bağlamda Ramazanın, orucun, bu ayda verilmesi  gereken fitrenin, zekâtın, fakir fukaraya muhtaçlara yardımın, bir yetim başı okşamanın toplumsal faydaları üzerine söylenecek çok şey vardır. Belki de bunları tam olarak bilmediğimiz, düşünmediğimiz, kendi aramızda dürüstçe tartışmadığımız ve günümüzün metotlarıyla irdeleyip, muhakeme ve mukayese yapıp doğru şeklini kavrayamadığımız için, sorunlar içinde boğulup duruyoruz.

Düşünmek, en önemli ibadettir. Hepinize düşüncelerimizde yeni pencereler açan ve ufkumuzu aydınlatan, hayırlı, huzurlu, bereketli bir Ramazan geçirmenizi diliyorum.