Eski zamanlarda ne radyo var ne televizyon. İnternetten zaten kimsenin haberi yok. Hayal bile edilebilecek bir şey değil… Ama insanlar her dönemde kendilerini eğlendirecek, dinlendirecek bir şeyler bulabiliyorlar ve onlarla hayatlarını geçirebiliyorlar.

Çalar saatin dahi olmadığı zamanlarda sahurda vatandaşları uyarmak için uğraşan Ramazan davulcuları ve onların esprili manileri bunun en güzel örneğidir.

“Ramazan geldi hoş geldi, baklava tepsisi boş geldi” tekerlemesi ise, bu ayın manevi ruhuyla hiç alakası olmayan, ama insanları en çok meşgul eden oruçla ve iftarla bağlantısını anlatan tipik bir deyiştir.

Ramazan İslâm ülkelerinde büyük bir merak ve heyecanla beklenen bir olgudur… Kültürden ekonomiye, inançtan folklorik özelliklere, sağlıktan astronomiye kadar sosyal hayatın her yönünü ilgilendirir…

Ay’ın dünya etrafında dönüş süreciyle bağlantılı olarak tespit edildiği için Ramazan, miladi takvime göre her yıl 10 gün kadar ileri gider. Bu demektir ki, Ramazan kısa kış günlerine denk geldiği gibi, uzun yaz günlerine de denk gelir, tatlı bahar aylarına da…

Her mevsimin kendine has özelikleri ve güzellikleri olduğuna göre Ramazan’da da bu güzellikler, mevsimine göre hep yaşanır. Değişmeyen şey, günler uzun da olsa kısa da olsa imsakten iftara kadar tutulan oruçtur.

Dinimizin inananları yapmakla yükümlü tuttuğu beş ibadetten biri olan oruç, bilim adamlarının, doktorların yaptığı birtakım açıklamalarla, vücudun dinlenmesine, organlarımızın kendine gelmesine sebep olan faydalı bir eylem olarak tanıtılsa da, gerçek mahiyetini ve sebebini, herhalde bizi bu fiili işlemekle sorumlu tutan yaratanımız bilir.

Ama sonuçta hepimizin bildiği ve yaşadığı gerçek, gün boyunca aç kalışımızdır.

Açlık hakikaten çekilmesi çok zor bir sıkıntıdır. Böyle bir durumla karşılaşmayanlar belki hiç farkında değildir ama, normal şartlarda insan vücudu 24 saat bile açlığa tahammül edemez.

Şu acı bir gerçek ki, büyüklerimiz bize dinimizi bilimsel ve akılcı yoldan anlatmadılar, öğretmediler. Hemen hepimiz, “bunu bunu yapacaksın, şunu şunu yapmayacaksın” dayatmasıyla yetiştik. Bazı şeyleri niye yaptığımızı, bazı şeyleri niye yapmadığımızı bilmediğimiz için, bizden sonraki nesillere de doğru dürüst inançlarımızı anlatamadık.

Bizden önceki kuşaklar, inançların sorgulanamayacağı gibi bir terbiye ile yetiştiklerinden dolayı, “niye bunu yapıyoruz, ya da yapmıyoruz?” gibi bir soru sormayı akıllarına bile getirmemişler, getirseler de sormaya cesaret edememişler.

Ama şimdi sorgulayan bir nesil var ve maalesef biz doğru dürüst bir bilgiye sahip olamadığımız için onların sorularına tatmin edici cevaplar veremiyoruz ve genç kuşaklar bu durumda geleneksel inançlarımızdan hızla uzaklaşıyorlar.

*****

Konuyu dağıtmayalım Ramazan ve oruçtan bahsediyorduk. Evet çocukların ibadetlere alıştırılması için onlara birtakım şirinlikleryapmak, mükâfatlar vermek doğaldır. Anneler babalar maalesef, dini kuralların gerçek yüzünü, manevi tarafını bilip anlatamadıkları için, kendilerince dinî eğitimi görünen ve bilinen yönüyle vermeye çalışmışlar.

Bir çocuk akşama kadar niye aç kalıp yemek yemesin değil mi? “Akşam sana istediğin her yemeği yapacağız, börekse börek, çörekse çörek” vaadi, zamanla büyüklerin iştahını da kabartıp, iftar sofralarının ziyafete dönüşmesine sebep olmuş. 

Oysa ne dinde, ne orucun şartlarında böyle bir şey yok, olamaz da… Zaten asıl olan günde iki öğün yemektir. Oruç süresince sadece bu öğünlerin arası biraz açılıyor. İlk öğün sahurda yani sabahın erken saatlerinde, ikinci öğün de akşam ezanında… Sonuç olarak değişen fazla bir şey yok, dolayısıyla her zaman yediğimiz şeylerden farklı olarak, böreklerle, tatlılarla, mideyi dinlendirmek yerine daha fazla  yormak da çok anlamsız.

Bunu kime anlatabileceksiniz ki…

Ramazan’ın ekonomiyi etkileyen yönleri de var demiştik… Ramazan pidesi en kestirmeden hepimizin bildiği bir şey. Ayrıca ister istemez her evde yapılan tatlılar, baklavalar, güllaçlar v.s. de ekstra birtakım ekonomik malzemeler.

Fakir sofralarda bile her zamankinden farklı iftar menüleri uygulanırken elbette zenginler, ağırladıkları misafirlerine daha farklı ikramlar yapmakta birbirleriyle yarışmayı ihmal etmezler. Onlar için, “Filancanın iftarında bir kuş sütü eksikti” denmesinden daha gurur verici ne olabilir ki?!!

Son yılarda biliyorsunuz belediyeler iftar çadırlarıyla güya yolda kalan, imkânı olmayan fakir fukaraya ücretsiz ikramda bulunma yarışına girdiler.  Böyle bir yarış, zenginleri de etkiledi tabi… Eskiden sadece yakın akraba ve üç beş dostu evlerine çağırarak iftar yapanlar bu sefer beş yıldızlı otellerde daha geniş kitlelere açıldılar.

Daha geniş dediysek seni beni çağıracak değiller ya, yine kendi gibi zengin çevreleri, tanınmış isimleri ağırladılar. Çoğu belli yaşın üstünde olan bu zevat, zaten bazı yiyeceklerden kısıtlı olduğu halde sofralar kat kat fazla yiyeceklerle donatıldı.

Çöpe giden, israf edilen yemeklerin haberleri, medyada hep konu oldu biliyorsunuz. Sesini çıkaramayan, yoksulluğunu ifşa edemeyen fakir fukara yine çorbayla kuru ekmeğe talim etti.

Oysa oruç dînî bir emirdi. O dinin bize emrettiği sosyal davraış ve ahlak anlayışı ise, fakir fukaraya, yoksullara, onları incitmeden yardım etmek, ihtiyaçlarını gidermekti. Maalesef ne dinin emirlerini dinledik, ne insan olarak vicdanımızın sesini…

Derken geçen yıl KORONA denen bir belâ çaldı kapımızı. Evlerimizden dışarı çıkamaz hale geldik. Konu komşu, akraba ziyaretleri durdu. Sevdiklerimizi özledik, gidip göremedik, kaçak göçek gördüklerimize doğru dürüst sarılamadık, bayramda büyüklerimizi ziyaret edip ellerini bile öpemedik.

Camilere gitmek dahi yasaklandı. Ramazan’ın en çok sevilen ögelerinden teravih hazzını bile yaşayamadık. Bütün söylemler, Ramazan’ı böyle geçirirsek, bayramda mevsimin yaza doğru ilerlemesi ve havaların ısınmasıyla her şeyin normale döneceği şeklindeydi.

O zamanlar bu koronadan günde 30-40 kişi ölüyordu.

Ha bugün ha yarın diye diye bir yılı aştık, yeni bir Ramazan ayına girerken korona hâlâ peşimizi bırakmadı ve işin tuhafı geçen yılın neredeyse on misline çıkarak günlük ölü sayısı 300’lere dayandı.

Teravihler gitmek gene yok ve otellerde iftar sofrası kurmak da yasak….

Esnaf açısından, işletmeler açısından durum biraz vahim. Sonuçta 30 gün her akşam böyle bir ziyafet, oteller için bir gelir kaynağıydı. Benim asıl merak ettiğim, o iftarları düzenleyen zenginlerin düşünceleri… “Ohh ne güzel, bir sürü masraftan yırttık” deyip ellerini mi oğuşturuyorlar, yoksa gözden çıkardıkları ve dini bir gerekçeyle gönüllerinden kopan bu ikramları, gerçekten hakkı olan ihtiyaç sahiplerine nasıl ulaştırırız diye mi düşünüyorlar?

Şurası muhakkak ki beş yıldızlı otelin bir kişilik menü bedeliyle, on kişilik fakir bir aile kendisine mükellef bir iftar sofrası hazırlayabilir.  Çok zor süreçlerden geçtiğimiz şu günlerde olsun, hem dini bir görevi yerine getirmek, hem de insanlık vazifemizi yapmak için, çevremizdeki muhtaç kişilerle bu ramazan hürmetine biraz daha yakından ilgilensek, olmaz mı? Ne kaybederiz? Ama kazanacağımız çok şey olabilir. 

Ben, insan olmanın huzurunu, millet olmanın heyecanını yaşamaktan daha fazla insanı mutlu edecek bir şey olmadığını düşünüyorum ve bu duygularla, hepinizin sağlıklı ve huzurlu bir Ramazan ayı geçirmesini temenni ediyorum.