Okuyucularımızın büyük çoğunluğu 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olduğunu bilir. En azından

bugünün kadınlarla bir ilgisi olduğundan haberdardırlar.

Fakta sorsak herkese tek tek, hatta evdeki, sokaktaki, tarladaki, işteki, spordaki, tatildeki, evli, bekâr, dul, genç, yaşlı kadınlara sorsak, hepsinden farklı bir cevap alacağımıza eminim. İnanın birbirini tutan iki cevaba rastlayamayız. Çünkü herkesin zihninde farklı bir algı var.

Özellikle son zamanlarda feminist akımın bir tür isyanları oynadığı, “erkek egemenliğine son verelim” gibi sloganlarla beslediği anlamsız bir gösteriye dönüştü 8 Mart.

****

Hayal etme gücüne sahip olan ve bu hayalini gerçekleştirmeyi başaran tek canlı insandır. Bu özellik ona hayatı kolaylaştıracak ve güzelleştirecek birçok şeyler yapma fırsatı verirken, bu başarıyı kötü amaçla kullanmaya çalışanların sebep olduğu çok büyük felaketler yüzünden insanların, toplumların hatta milletlerin çok büyük zararlar gördüğünü biliyoruz.

Çoğu zaman bilinçli, bazen de bilinçsiz yapılan yanlışların ortaya çıkardığı bu olumsuz tabloyu giderebilmek için de, gerektiğinde sonra milyarca dolar harcıyoruz. Ancak dengesi bozulan doğayı yine de normal hale getirmek pek mümkün olmuyor.

Yaratılış konusunda insanların farklı düşünceleri var. Hangi görüşe katılırsanız katılın, insanın olağanüstü bir varlık olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok. Dini kaynaklar, bütün kâinatın bir yaratıcısı olduğu gibi insanı da yaratanın o yüce varlık olduğunu söylüyorlar.

İçimizde, hayatı boyunca kendiliğinden meydana gelmiş herhangi bir cisim, herhangi bir eşya gören var mı? Sözgelimi dağılan bir tespihe, kırılan bir vazoya, kopup kaybolan bir kolyeye hemen hepimiz rastlamışızdır. Peki kendiliğinden bir tespihin tekrar dizildiğini, bir vazonun eski haline döndüğünü, düşüp kaybolan bir kolyenin tekrar boynumuzda yerini aldığını gören, bilen, duyan oldu mu?

İnsan, verdiğimiz bu örneklere göre çok daha karmaşık bir varlık. Bedenimizde sanki yüzlerce farklı işlem gören bir sürü fabrika var. Bu kadar mükemmel bir varlığı yaratan güç, adına ne derseniz deyin, herhalde insan beyninden daha üstün bir yeteneğe sahip olmalı.

Mühendislerimiz bir ürünü imal ederken onu birçok testten geçirip karşılaşacağı olaylar karşısındaki durumunu planladıktan sonra piyasaya sürerler. Sonra da yaptıkları o makine tıkır tıkır çalışır.

Hiç çalışan bir mekanik sistem gördünüz mü bilmiyorum. Eskiden saatlerimiz de bir sürü çarkın kendi çevresinde dönmesiyle çalışırdı. Şimdi her şey dijital oldu tabi. Ama dijital sistemde de bizim görebildiğimiz çarklar yoksa da, yine de her birinin ayrı görevi olan birtakım parçacıklar, kablolar, onları harekete geçiren kodlar, yazılımlar var.

Her biri görevini yaptığı sürece biz de cihazımızın düzgün çalıştığına şahit oluyoruz. Bu süreçte kimse yaptığı işten hoşnutsuzluk duymuyor. Niye ben bu işi yapayım ki, karşımdaki arkadaş benden rahat durumda veyahut onun yaptığı iş benimkinden daha önemli veya daha rahat gibi bir isyanda bulunmuyor.

Ne zaman ki bu parçacıklardan bir tanesi görevini yerine getiremeyecek hale geliyor, o zaman bizi cihazımız çalışmaz oluyor ve biz ona “bozuldu” diyoruz.

Evet, insan dediğimiz canlı de “kadın” ve “erkek” dediğimiz iki ayrı cinsten oluşuyor. İkisinin de görevleri ayrı ve farklı. Ne var ki erkek bedenen daha iri, daha güçlü. Bu özellik onun yapması gereken işlerde kendisine kolaylık sağlaması için.

Ama dedik ya, insan hayal edebilen ve hayalini gerçekleştirebilen tek canlı. Erkek milleti bakmış ki bu gücünü, kendisinden daha zayıf bir varlık olan kadına karşı kullanırsa onun karşı koyma kabiliyeti yok.

Böylece yaratıcının kendisine lazım olan yerde kulansın diye verdiği özelliği farklı yerde kullanmaya kalkışınca “kadının ezilmişliği” dediğimiz olay meydana çıkmış.

****

Öncelikle bilmeliyiz ve inanmalıyız ki, kadın ve erkek insan denen canlının birbirini tamamlayan iki ayrı parçası. Birbiriyle kıyaslamak da, yarıştırmak da çok anlamsız. Ancak birlikte bir anlam ifade ediyorlar. Bu gerçeği artık anlamalı ve uygularken de ona göre gereğini yerine getirmeliyiz.

Kadınla erkeğin sadece adalet önünde değil, önce zihnimizde, sonra da ailede ve toplumda erkekle her bakımdan eşit haklara sahip olduğunu bilmeli ve kabullenmeliyiz.

Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki eşitlik adaletli bir eşitlik olmalıdır. “Aynı şeyleri kadın da erkek de eşit olarak yapsın” demek adaletli bir bakış açısı değildir. Her şeyi aynı şartlarda yapacaksak, o zaman kadın erkek ayırımındaki cinsiyet farkını nereye oturtacağız?

Verdiğimiz örnekteki hayatın işleyen çarklarından biri isek, diğerinin görevine müdahale etmeden, onu küçümsemeden, aynı zamanda yüceltmeden, hepimiz kendimize düşen görevi yapmak zorundayız. Sonuçta fincanla tabağın yeri ve görevi ayrı değil mi?

Niye çayı bardakla, kahveyi fincanla içiyoruz hiç düşündünüz mü? Çay içtiğimiz bardakla, su içtiğimiz bardak da farklı. Sadece o mu, bira bardağı da ayrı, rakı bardağı da ayrı, şarap bardağı da ayrı. Hepsi bardak sonuçta, eşitliği sağlamak lazım deyip bira bardağıyla çay içer misiniz?

****

Erkek egemen bir toplum olduğumuz gerçek. Eğrisiyle, doğrusuyla böyle bir özelliğe sahibiz. Bu yanlışı yeni bir yanlışla düzeltemeyiz. Yani yapılması gereken erkek egemenliğini yıkıp kadın egemenliğini kurmak olmamalı.

Eskilerin, “ifrat‐tefrit” diye nitelendirdikleri bir durum vardır. Bu sürekli bir uçtan bir uca savrulmanın adıdır. Her konuda orta yolu bulmak “normal” dediğimiz standarda ulaşmak gerekir.

Şurası muhakkak ki, kadınların haklarının öyle bir günde kutlamakla, çiçek almakla, hediye vermekle ödenemeyeceği ayan beyan ortada... Aynı şekilde erkeklerin hakları da bu şekilde ödenmez. Önce “insan” olarak kadın erkek ayırımı yapmadan birbirimizi anlamak ve birbirimize sevgiyle, saygıyla davranmak zorundayız. Bu bilince eriştikten sonra zaten, problemin büyük kısmı da çözülmüş olacaktır.

Nitekim bu dengeyi kuran ve devam ettiren beraberliklerde, sorunsuz ve mutlu bir yaşantı olduğunu hepimiz müşahede ederiz. Bu dengeyi sağlamak da maalesef yine erkeklere düşüyor.

Ancak çözemediğimiz bir sorunumuz var ki, anneler çocuklarını yetiştirirken, çektikleri onca cefaya rağmen erkek çocuklarını nedense farklı yetiştiriyorlar. Erkek zaten hakkını fiziki güce dayanarak alacak güçte kuvvette. Onu bir de psikolojik olarak yüceltmek, kız kardeşine göre daha üstün bir varlıkmış gibi yetiştirmek niye?

Son yıllarda çok sık şahit olduğumuz kadın cinayetleri, farkındaysanız, hep onları sevdiklerini iddia eden kıskanç kocalar ve sevgililer tarafından işleniyor. Sevgiyle bir cinayet arasında bağ kurmak nasıl mümkün olur? İnsan sevdiğine bu kadar büyük kötülük yapabilir mi?

Yaşama hakkı, insanın en önemli haklarından biridir. Ve asla geri getirilemeyecek, telafisi imkânsız bir sonuçtur. Bu bize erkek düşmanlığı aşılamak yerine, erkek çocukları daha bilinçli yetiştirme alışkanlığı vermeli.

Mutluluk gerçekten paylaştıkça çoğalan bir duygudur. Ve hiçbir insan tek başına kolay kolay mutlu olamaz. Bir aile ortamı, anne baba ve çocuklardan oluşan birliktelik mutluluğun asıl kaynağıdır.

Sonuçta bir erkeği dört koldan saran annesi de, kız kardeşi de, eşi ve kızı da kadındır. Bu şartlarda bir erkeğin kadın düşmanı olabilmesi için gerçekten ya çok kötü yetiştirilmiş ya da ruh hastası olması gerekir. Bunun tedavisi ve çaresi erkek düşmanı olmak, kadın egemenliği kurmak değildir diye düşünüyorum. Bilmiyorum bana katılır mısınız?

Bu duygularla bayan okuyucularmızın “Dünya Kadınlar Günü”nü kutluyorum. Bizin her zaman birbirimize ihtiyacımız var diyorum. “İnsan” olmanın bilinciyle hareket ederek mutlu olmanın yollarını aramak en iyi çözümdür diyorum ve hepinize saygılar sunuyorum.