Yukarıda arz olunduğu gibi, Hazret-i Osman'ın hilâfet'inin son zamanlarında filizlenen, Hazret-i Alî'nin hilâfeti döneminde belirgin hâle gelmiş bulunan siyâsî akımlar ilk önceleri şu üç kısımda toplanmıştır.

 

1- Şia

 

2- Havaric (Hariciler)

 

3- Ehl-i Sünnet, veya Fukahâ ve Muhaddisîn (Fıkıh ve Hadis ehli topluluk)

 

ŞİA:

 

Lugat itibariyle bölük manasındadır; Istılah'ta ise Peygamberimizden sonra Hazret-i Ali taraftarı olarak, ayrılan, Hazret-i Alî'ye bi'at ederek Müslümanların çoğunluğundan ayrılanlara Şiî denmiştir.

 

"Şiî'lik" İslâm tarihinde siyâsî mezheplerin ilkidir. Şia'nın bir mezhep olarak Hazret-i Osmanın son devirlerinde zuhur etmiş olup, ilk gelişimi Hazret Alî'nin hilâfeti zamanında olmuştur.

 

Hazret-i Alî'nin, Ehl-i Beyt'den olması, mevhibeleri, dînî ve ilmî kuvvetine karşı duyulan hayranlıktan istifade ile bu görüşte olanlar Şiî'lik hakkında gerek aşırı ve gerekse mutedil olsun, her türlü görüş ve fikirlerini rahatlıkla yaydılar.

 

Hulefâ-i Râşidîhn'den sonra gelen İmâmet ve Melik'lik dönemlerinde vukua gelen ve bütün müslümanları dilhun eden müessif hadisiler de Evlâd-ı Resûlün zulme uğraması da bu mezhebin geniş bir sahaya yayılmasına; Taraftar ve tâbi olanların, yardımcıların çoğalmasına sebeb olmuştur. İbn-i Haldun'un Makaddimesinde beyanına göre, Şiî Mezhebinin esasları şunlardır:

 

"İmâmet" (müslümanların önderi-Halife veya devlet Başkanı-Ümmetin fikir ve re'yine bırakılması uygun olan Umûmî Maslahat'dan ve ümmetin tâyini câiz olan işlerden değildir. Aksine imâmet dinin temeli ve İslâm'ın direği olduğu için, Peygamber'in, bunu ihmâli (Hâşâ) ve ondan gaflet etmesi (Hâşâ) bunu ümmetin fikir ve re'yine bırakması doğru değildir.

 

Peygamber'in ümmetine imamı, bizzat kendisinin tâyin etmesi üzerine düşen zarûrî bir vazifedir. Ayrıca imam, büyük-küçük her türlü günahtan uzak, korunmuş (Mâsûm) olmalıdır.

 

Şiîler, Alî İbn-i Ebû Talip'i, bizzat Peygamberimiz tarafından "seçilmiş Halife" (İmam-ı Muhtar), olduğu hususunda ittifak ederler.

 

Ve onlara göre Hz. Ali (K.V.) sahabe'nin en faziletlisidir.

 

Şiîlik, ilk def'a Hz. Osman'ın hilâfeti devrinde propaganda için son derece müsait bir zemin olan Mısır'da doğdu. Bilâhere Irak'a yayıldı ve orayı kendisine esaslı bir yer ve yurt edindi. Mekke, Medine ve Hicaz bölgesinin tüm şehirlheri sünnet ve hadislere-Peygamber salla'llâhu aleyhi ve sellem ile ashab'ının yolunda olanlara, Şam ise Emevilere ki, İçtihadî hataları varsa bile onlar da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'dan idiler-beşik olunca, Irak'ta Şiî'lere merkez ve yurt olmuştu-belki de, "Ehlü'l-Irak, Ehlü'n-Nifak ve'ş-Şikak" sözü (Irak halkı, nifak ve şıkak halkıdır," sözü bu zamanda söylenmiştir.

 

Şiîlerin Irak'da pek yaygın halde bulunmalarının pek çok sebeblerinden bâzıları şu şekilde sıralanabilir:

 

- Öncelikle Hazret-i Alî (K.V.), hilâfeti müddetince Irak'ta ikâmet etmiştir, Irak halkının Halife ile burada haşır-neşir olması, Hazret-i Ali ve yakınları etrafında meydana gelen hâdiseleri istismar ederek fikirlerini yaymak isteyen Şiîler için Irak iyi bir zemin olmuştur.

 

Şam'da hüküm sürenlerin zaman zaman, Irak'ta meydana gelen bu fikir hareketlerine zecrî tedbirlerle karşı koyma çabaları ve bunu uzun bir müddet devam ettirmeleri-etki-tepki-kanunu gereği Şiîliğin Irak'da kökleşmesine ve kemikleşmesine sebebiyet vermiştir.

 

Bütün bunların ötesinde Irak, eski medeniyetlerin kaynaştığı bir bölge idi. Çünkü, Irak'ta Fars, Keldânî kültürleriyle bu milletlerin medeniyet kalıntıları yanında, Yunan Felsefesi, Hint düşüncesi de inzimam edince, medeniyetler fikirler, felsefeler içiçe girmişti. Böylece Irak, Ehl-i Sünnet'den ayrılan çeşitli fırkaların ve felsefî mes'elelerle uğraşan fırkaların ortaya çıktığı pek müsait bir zemin haline gelmişti. Nitekim Şiîliğe de bu yüzden başkaca felsefî görüşler karışmıştır.

 

İbn-i Eb'il-Hadid'e göre Irak halık ile Resûlüllah salla'llâhu aleyhi ve sellem ve O'na muâsır olan Hicaz Arapları arasında derin farklar vardır. Bir kerre Irak halkı, Kûfeliler ve Irak'ın bölge olarak karakteri öteden beri keyfine göre hareket eden ve acâip din ve sapık mezheplere inanan insanlar çıkarmaya müsaittir.

 

Kisra'lar devrinde aralarında "Mani", "Deysan", "Mazdek" ve diğer  mezheplere salik olanlar mevcuttu.

 

Görüldüğü gibi Irak'da eski zamanlardan beri, muhtelif görüş ve inancın at oynattığı bir alan her zaman var olmuştur. Bu bakımdan siyâsî ve itikadî mezheplerin burada doğmuş olmasından daha tabiî ne olabilir? İşte bu sebeblerden dolayı Şiî görüşlerinin Irak ve dolaylarında yayılması aslâ yadırganmamalıdır.

 

Şiî Fırkalara geçmeden önce bir tespite yer vermek istiyoruz. Şöyle ki; Şark ve Garp âlimlerinin, Şiîlik hususunda müşterek bir tespitleri vardı Şiîler, İslâm'dan önceki dinî ve felsefî mezheplerin esaslarından aldıkları felsefî fikirlere ve İslâm'ın zuhuru ile son bulan İran-Acem Medeniyetinin izlerine de yer vermişlerdir. Avrupalı bir müsteşrık Prf. Douzy'ye göre Şiî Mezhebinin aslı, İran'ın kendi görüş ve inanışını kaybedişi karşısında ortaya koyduğu bir garabetten ve eski inanışlarını devam ettirmenin özleminden ibarettir. İslâm ile müşerref olan araplar ve diğer milletler tam bir din hürriyetine kavuştukları halde İran'lılar kadîm âdetlerine göre bir sultan'a ve bu sultan'ın verasetine inanmış oldukları için, bir halife seçme'nin ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Hazret-i Alî'de dâhil olmak üzere, Sevgili Peygamberimiz Refîku'l-Alâ'ya, Dar-ı Bekâya göç ettiğinde yer yüzünde mevcut 313 Bin müslüman'ın rıza ve bi'atyla seçilmiş bulunan Halife'yi de kabullenmek istememişlerdir. Ve şöyle iddia ve iman etmişlerdir, "Efendimizden sonra amcasının oğlu Ali b. Ebî Talip insanların en likayatlısı idi, bu sebebten Hz. Ebû Bekr, Ömer ve Osman gibi halifeliği deruhte edenler bu makamı, gerçek hak sahibinden gasp etmişlerdir. Aslında İranlılar, Melîk'e (Şah'a) kudsiyet vermeyi itiyad haline getirmişlerdi. Bu yüzden onlar Hazret-i Ali (K.V.) ve nesline de aynı gözle baktılar ve "İmam" mâsumdur, "İmam"a itaat etmek ilk ve esaslı şartdır. "İmam"a itaat, Allah'a itaat etmektir." dediler.

 

Bâzı Batı'lı müsteşrıkların başka tespitleri de vardır;

 

Bu tespitlere göre, Şiîlik, İranlılardan ziyade Yahudilikten alınmıştır. Buna delil olarak da Hazret-i Alî (K.V.)'yi, ilk def'a takdis etmeye davet eden ve bu dâvetini açıktan açığa yapan Abdullah İbn-i Sebe'nin yahudî olduğunu gösteriyorlar. Yine bu gruptaki kimi âlimler, Şiî Mezheb'indeki bu yahudî te'sirlerinin mevcudiyetiyle beraber Şiîliğin aynı zamanda Buddha ve diğerleri gibi Asya kadîm inançlarına da kapılarını açmış olduğunu söylemektedirler.

 

Şiîlerin İranlıların Melik ve Melîk'in verasetiyle muhtelif mezhepler arasındaki benzer fikirlerin te'siri altında kalmış olmaları, Tarihin seyrinde bugüne kadar İran halkının ekserisinin Şiîlerden olması, ilk Şiîlerin İranlılardan teşekkül edişi, her dönemde Şiîliğin bir devlet politikası olarak benimsenmesi yukarıdaki görüşleri te'yid etmektedir. Son bir tespit, günümüz mutedil Şiîleri Abdullah İbn-i Sebe'e gibilerin kendilerinden olduğunu inkar etmektedirler. Zirâ onların görüşüne göre o, Şiî olmak şöyle dursun, müslüman bile değildir.

 

Şia adı, Hazret-i Alî'yi sevip tutma hususunda çok ileri gidenler için olduğu kadar, bu mevzuda aksine hareket edenlerle bu iki grup arasında bulunanlar hakkında kullanılmış bir tâbirdir.

 

Başlangıcından günümüze Şiîlerin bir "İmam" etrafında toplandıkları ve bir fikir insicamı içinde oldukları söylenemez.

 

Hazret-i Ali (K.V.)'yi ilâh mertebesine, Nebî'lik mertebesine yükselterek ona Hazret-i Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'den daha üstün mevki veren Gulât-ı Şîa'dan, tutunuzda sadece İmâmet ve hilâfet mes'elesindeki itiraz ile yetinenlere varıncaya kadar çeşit, çeşit fırka'lar vardır:

 

Bu Fırkaların Başlıcaları:

 

GULAT-I ŞİA:

 

1- Sebe'iye:

 

Abdullah İbn-i Sebe'ye tâbi olan Şiî'lere Sebe'iye denilir.

 

Abdullah İbn-i Sebe', aslen Sana'lı bir yahûdî olup, anası siyâhî bir cariye olduğu için İbnü's-Sevda (siyâhî'nin oğlu) olarak iştihar etmişti. Kendisi Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamanında İslâm'ı kabul etmiş gibi görünerek nifak ve şikâk'ını daha rahat yayabilmek için İslâm maskesiyle bütün İslâm memleketlerini dolaşarak müslüman halkı ifsada, saptırmaya, baştan çıkarmaya başlamıştı. Önce Hicaz'dan işe başlayan Sebe; sonra Basra'ya, daha sonra da Şam'a gitmiştir. Fakat buralarda kimseyi sapık yoluna çevirmemiştir. Halk kendisini Şam'dan uzaklaştırınca o da Mısır'a gitmiştir. Onun Mısır halkına söylediklerinden bâzıları şunlardır:

 

- Ne kadar gariptir, insanlar Hazret-i İsâ'nın ileride tekrar döneceğini kabul ederler de, Hazret-i Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem'in de dönecektir, diyeni, yalanlar. Oysa Azîz ve Celîl olan Allah, Kur-ân'ı Keriminde onun için şöyle buyurmuştur. (Kur'ân'a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni döneceğin yere döndürecektir.)" Kasas 85"

 

O halde Muhammed salla'llâhu aleyhi ve sellem'in dönmesi İsa'nın dönmesinden daha doğrudur."

 

- Bin tane Peygamber ve her Peygamberin de bir vâsisi vardı. Alî İbn-i Ebî Tâlip'de Hazret-i Muhammed'in vâsîsidir, Muhammed Aleyhisselâm nebilerin sonuncusu, Alî (K.V.) ise, vâsîlerin sonuncusudur.

 

- Hazret-i Osman (R.A.) hilâfeti hakkı olmayarak elde etmiştir. Resûlün vâsîsi ise işte meydandadır. O halde ey insanlar bu iş için halkınız, harete geçiniz, onu âmirlerinize kötü tanıtınız.... Daha da önemli olan (iyilikle emir, kötülükten nehiy) yapınız ki, halkı kendinize çekebilesiniz...

 

Çok basit bir İçtihâdî mes'ele, yahûdî ırk'ının bütün özelliklerini taşıyan, korkunç propaganda gücünü kullanarak bütün İslâm Aleminin bütün köşelerinde bunların yaygaraları yankılandı.

 

Netice itibâriyle bu kaos ve karmaşa İslâm'ın üçüncü Halifesi, Osman-ı Zinnûreyn'in şehâdetiyle, Şiîlikten ayrı olarak Hâricîlerin de müslümanların başına bir belâ ve felâket olarak zuhuruna kadar devam etmiştir.

 

Abdullah İbn-i Sebe'in maksadı Hazret-i Osman'ı halifelikten azlettirerek Hazret-i Alî (K.V.)'nin halife olarak nasbedilmesi değildi. Eğer öyle olsaydı, Hazret-i Alî (K.V.) Hazret-i Osman'dan sonra halife olunca ifsadatına son verirdi. Halbuki, bu münâfık, bu ifsadatında görüşlerini biraz daha ileri götürerek Hazret-i Alî (K.V.)'ye "Ulûhiyet" isnadında bulundu.

 

Halife Hazret-i Alî (K.V.), Abdullah İbn-i Sebe'nin bu şen'î iftirasını duyduğu an, derhal katledilmesini emretmiş ise de, Abdullah İbn-i Abbâs Hazret-i Alî (K.V.)'yi, "Eğer onu öldürtürsen ashab'ın sana muhalefeti artabilir. Halbuki sen, Şam Halkı ile tekrar çarpışmaya girişmek için kararlısın" diyerek bu kararından vazgeçirmiştir.