15.nci yüzyıldan bu yana bir çok savaşta karşı karşıya geldiğimiz, ortak çıkarlarımızın yanında farklı bakışlarımız nedeniyle Kuzey komşumuzla dalgalı bir seyir izleyen ilişkilerimiz, Kurtuluş Savaşında Rusya’nın desteği ile iyi bir seviyeye çıkmıştı.  II.nci Dünya Savaşından sonraki  “soğuk savaş” döneminde gerilen ilişkiler, 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasını müteakiben yerini dostluğa bırakmıştı. 24 Kasım 2015 günü Türk hava sahasını ihlal ettiği için Türk F-16'ları tarafından vurulan SU-24 modeli Rus uçağından sonra herşey tersine dönmüş ve ipler kopmuştu.
Nihayet geçen ay Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özürü ve Putin’in olumlu yaklaşımıyla iki ülke arasında ilişkilerin yeniden kurulmasının zemini oluştu ve 9.Ağustos’ta yapılan zirve ile kaldığımız yerden devam dendi.
İlişkilerin bozulmasının maliyeti iki taraf için de bir hayli yüksek olmuştu. Her ne kadar biraz atıp tutmuş, “emri ben verdim...” demiş,  eyy............ çekmişsek de, işler ters yüz olunca sebze-meyve ihracatında sıkıntı olmuş, turizm bitmiş, oteller ve esnaf iflasın eşiğine gelmiş, dış politikada kabadayılığın geçmediği aklın ve sağduyunun önemi anlaşılmıştı.
Ukrayna topraklarının bir kısmını işgali ve Kırım’ı ilhakı nedeniyle uygulanan Batı ambargosu zaten Rusya’nın belini bükmüş ve parasında yüzde 40 devalüasyona mecbur kalmışken, üstüne Türkiye ile ortaya çıkan sürtüşmenin etkisiyle alınan yaptırım kararları ekonomik anlamda en az bizim kadar onları da sarsmıştı.
Bu nedenle Putin-Erdoğan zirvesiyle normale dönülmesi  her iki ülke için de son dönemin en doğru ve yerinde işidir. NATO’nun güçlü ülkesi Türkiye ile dostluğun sürmesi ve Batı’yla olan sorunlarda tarafsız kalması Ruslar’ın olduğu kadar bizim de işimize geldiğini unutmamak lazım.
Putin’le yapılan zirveyi “NATO’da gedik açma” olarak niteleyen Batı Dünyası görüşmeleri ilgiyle takip etmiş ve tüm dünyanın birinci gündem maddesi olmuş, manşetlerde “eksenin kaydığı” değerlendirmeleri yer almıştır. Bazı yabancı medya organları “Türkiye’nin güvenilir müttefik olmadığını” yazacak kadar işi abartmakta beis görmemişlerdi. Yakın geçmişe bakacak olursak  ABD, lojistik destek sağlandığı iddiasıyla Mare-Cerablus hattında Türkiye’nin IŞİD’le sınırı olmasından rahatsızdı. Öte yandan  ABD’nin, içerde yaşadığımız  terör ve verdiğimiz bunca şehite rağmen PYD konusunda duyarsız kalması ve PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı olan YPG’yi  kendi kara gücü olarak görmesi ve askeri açıdan desteklemesi Türkiye’yi rahatsız ediyordu. ABD’nin desteğiyle Türkiye’nin güneyini boydan boya kuşatması ve Akdeniz’e açılması planlanan Kürt koridorunun adım adım inşası da Türkiye açısından kabul edilemez bir durumdu.
60’lı yılardan beri kapısında bekletildiğimiz Avrupa Birliği ise sürekli işi yokuşa sürüp, her safhada yeni yeni şartlar ileri sürmektedir. Yıllardır yaşadığımız bölücü terörün yarattığı kan ve gözyaşı denizine rağmen tavşana kaç tazıya tut politikası zlemektedir. Bizim için önemli olanı kendileri için önemsiz gören onlar çifte standartlı politikalardan vazgeçmedikten sonra samimiyetlerinden kuşku duyulması son derece doğal.
Türkiye’yi  “gedik açmakla” suçlamadan evvel kendi tutum ve davranışlarını gözden geçirmek zorunda olan sözde müttefiklerimiz, ilişkilerimizi geliştirmek için bizi de anlamaya çalışsalar iyi olur.  Türkiye daima verdiği sözlere (Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne onay vermesi gibi)  ve anlaşmalara sadık olmuş, tüm sıkıntalarına rağmen taahhütlerini yerine getirmiştir ama onlardan aynı samimiyeti gördüğü konusu şüphelidir.