Mercî, müracaat edilecek, başvurulacak yer makamdır. Başta fetvâ verme yetkisi olmak üzere bir takım dinî, hukûkî ve siyâsî yetkileri bulunan müçtehid (fakîh) demektir.

 

Şîa'da ve Ca'ferîlerde büyük gaybet döneminden sonra (Onikinci İmam'ın kaybolmasından itibâren) fakihlere ait fetva verme yetkisinin hududu hep tartışılmıştır.

 

Bir dönem, umûmî ve siyâsî ıslahat için mehdî'yi beklemek, fetvâ, kaza, (yargılama) zekât, humus (ganîmet taksimi), bâzı haklardan kısıtlı olanları şahıs ve malları üzerinde velâyet vb. mevzularda fakihlere başvurmak, onları mercî kabul etmek şeklinde tazâhur etmiştir.

 

Bir dönem, kimi Şiî âlimleri, fakihlerin yetkisini ve sorumluluklarını siyâsî mes'elere de teşmil etmişlerdir.

 

İran İslâm Devriminden sonra Âyetullah İmam Humeynî ile başlayan, Humeynî'nin geliştirdiği Velâyet-i Fakîh teorisine göre, ümmetin en âlim ve faziletli fakihî (elbette Humeynî'nin kendisi), beklenen mehdî'nin nâibi ve temsilcisidir. Buna siyâsî ıslahat ve devlet yönetimi de (amme velâyeti) dahil olmak üzere imamın bütün yetkileri en âlim ve faziletli fakihte mevcut demektir. Bu fakîh "genel mercî" olup amme velâyeti bakımından diğer tüm fakihler ona tâbi olacaklar, hem onu murakabe edecek hem de fetvâ, kazâ, humus, zekât ve sair mevzuda "sınırlı ve özel mercîler olarak faaliyet     göstereceklerdir.

 

İran'da Humeynî'nin vefatından sonra onun yerini alan, "Velâyeti Fakîh" olan İmam Ali Hamaney, hem dînî en büyük otorite hem de devletin zirvesinde tek söz sahibi...

 

Filhakîka, İran'da meclis var, Cumhurbaşkanı var, hükûmet var, ama bunların üzerinde Şiî din adamlarının oluşturduğu Anayasa'yı koruma kurulu, hepisinin üstünde de İmam, velâyeti Fakîh Ali Hamaney var.

 

Burada bir başka hususa da dikkat çekmek isteriz ki, Şiîlik'de tahrife uğramış ve hükmü kaldırılmış hıristiyanlık, yahûdîlik de olduğu gibi tam bir hıyaraşi ve ruhbanlık vardır. Kademe kademe mollalıkla başlayıp, Ahundluk, Âyetullah'lık gibi mertebeler, Şerîatmedârî, Muktedâbih, Sadr gibi sıfatlar vardır ki, İslâm'ın temeline aykırıdır. Peygamberler ki, Allah tarafından vahiyle te'yid edildikleri halde "Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır." (Teğâbün 64/12) vazifelerinin sadece teblîğ olduğunu söylemişlerdi. Yer yüzünde yalnız peygamberler hata ve günah işlemek hususunda Allah'ın muhafazası altında oldukları, İsmet sıfatıyla muttasıf bulundukları  halde Kur'ân-ı Kerimde kimi peygamber'e ait, "Zelle" kıssalarına işaret buyrulması, ümmet'den her kim olursa olsun, hangi sıfatla muttasıf bulunursa bulunsun aslâ mâsum olmayacağı da gün gibi âşikârdır...

 

Fürû : Şer'î delillerin tesbitinde ve değerlendirmesinde; Ehl-i Sünnet ile Ca'ferîler  arasında bulunan ciddî ihtilaflar, bu delillerden çıkarılan hükümler ki, fıkıh terminoloji'sinde bunlara "Fürû" denilmektedir, çok daha ciddî ve büyük ihtilâflar vardır:

 

Abdülazîz ed-Dihlevî'nin İsnâaşeriyye Şiâ'sına reddiye olarak yazdığı "Tuhfe-i İsnâaşeriyye adlı eser'in Mahmud Şükrü el-Alûsî tarafından yapılan muhtasarında tesbit edilen Fürû farkı 123, Şiî Şerif el-Murtazâ tarafından tesbit edilen fark ise 110'dur.

 

Her iki tesbitte de dikkati çeken belli başlı fürû ihtilafı şu noktalarda belirgin olarak dikkati çekmektedir.

 

1- Çıplak ayak üstüne mesh, bilindiği gibi, Ehl-i Sünnet fakih ve müçtehidleri ancak deriden veya keçeden mâmul, bırakıldığı zaman dik durabilen mesh'ler üzerine mesh'e ruhsat verirken, Ca'ferî fakihleri, mesh olmaksızın çıplak ayağa da mesh'e cevaz vermektedirler.

 

2- Halı kilim gibi yeryüzü (toprak) sayılmayan şeylerin üzerine secde etmeyi ca'feriler teçviz etmemektedirler. Halı kilim serili mescidlerde namaz kılarken beraberlerinde taşıdıkları taş ve toprak cinsi bir yüzeye secde etmelerinin sebebi budur.

 

3- Şarab'ın, kümes hayvanlarının dışkı'sının necis (pis) sayılmaması.

 

4- Gusul'de boy abdesti alırken ayrıca abdest almanın haram olduğu,

 

5- İmam veya onun tâyin ettiği bir kişi bulunmadıkça cum'a'nın sahih olmaması.

 

6- Farz namazlarda Fâtiha'dan sonra iki ayrı sûre veya bir sûre'nin sadece bir bölümü okunamaz.

 

7- Altın ve gümüş ancak para ve sikke şeklinde dökülüp basılınca zekât'a tâbi olur. (Ehl-i Sünnet fakihlerine göre altın ve gümüş hangi maksatla bulundurulsa bulundurulsun, külçe halinde veya mâmul olmasına, işlenmiş, işlenmemiş olmasına bakılmaksızın zekât nisabına (matrah) bâliğ olmuşsa zekât'a tâbidir.)

 

8- Kadınla normal olmayan yollardan cinsi temas (ilişki) câizdir. Filhakîka, Hillî'nin nakline göre bu mevzuda ihtilâf vardır, câiz görenlere göre de bu ilişki mekruhtur) (Ehl-i Sünnet fakihlerine göre, normal olmayan yollardan ilişki, ister bir başka erkek ve kadınla olsun, isterse kendi nikahlı eşiyle olsun, fahşâ'dır, Allah'ın lânet ettiği bir iğrençliktir. Allâh, bu şen'î fîli işleyen Lut Küvmini yerin dibine batırmak suretiyle helâk etmiştir.)

 

9- Mût'a nikahı câizdir. Sonu belli bir süre, geceliği'ne üç günlüğüne, haftalığı'na veya aylığı'na nikah...

 

Nikâh'ın meşrûiyyetinin temel sebebleri, neslin devamı, neseb'in korunmasıdır. Geçici ve süreli nikah'ta belki nesl'in devamını sağlarsanız. Ama, nesebin sıhhatini nasıl te'min edeceksiniz. Aradan geçen zaman içinde aynı kanı taşıyan insanların birbiriyle evlenmelerine bir mâni var mı?

 

10- Teyze ve halaların rızları alınarak yeğenleriyle nikahta birleştirilme olan iki kadını aynı zamanda eş olarak alması câizdir.

 

Ehl-i Sünnet fakihlerine göre halaların, teyzelerin yeğenleriyle bir zamanda nikahta birleştirilmesine aslâ cevaz yoktur.

 

11- Boşanma'da, aynı nikahta olduğu gibi iki şahid huzurunda olursa geçerlidir.

 

12- Boşanma ancak, bunu ifade eden açık ve net sözlerle yapılabilir.

 

13- Ölünün şahsî eşyası (kılıç, silah yüzük gibi) büyük oğluna verilir. (Ehl-i Sünnet'e göre, ölünün mirası (her ne ise) öncelikle teçhiz-u Tekfîn (Âhiret yolculuğuna hazırlanması), borçlarının ödenmesi, vasiyyetlerinin yerine getirilmesi ve nihâyet vârisler arasında hakettikleri şekilde aralarında tam olarak dağıtılması şeklindedir.)

 

14- Kadınlara miras kalan gayrimenkullerin aynı verilmez. Bunların hakkı taşınmazların bedelinden ödenir.

 

Yukarıda maddeler halinde kısaca zikrettiğimiz bâzı hususları sâdece fıkhın Fürû mes'elelerinden saymak da mümkün değildir. Derinlemesine düşünüldüğünde; Ehl-i Sünnet ile fırak-ı Dâlle'den Şîa ve Ca'ferîler arasında ihtilaflı olan mes'elelerin fürû'dan çok İslâm'ın esâsâtına ve imânî mes'elelere müteallık olduğu görülecektir.

 

Bu sebeble Ehl-i Sünnet fakihleri Şiî-İmâmî grupları inanç cihetinden bid'at mezhepleri içinde mutalaa edegelmişlerdir. Akâid, Kelâm ve Mezhepler tarihiyle alakalı eserlerde onların görüşlerini şiddetli bir şekilde tenkîde tâbi tutmuşlardır.

 

Şiî-İmâmî'ler, Peygamber'in haber verdiği biçimde zuhur eden bir azîm fitne neticesinde meydana gelen vak'alarda-Fitne zamanında haklı, haksız aranmaksızın, fineyi def'etmek, ateşi söndürmek gerekirken-bir tarafı mazlûm sayarak diğer taraf'a, 1400 seneden fazla bir zamandır lânet yağdırarak, İslâm'da mâte olmadığı halde, kadın-erkek simsiyah elbiselere bürünerek, muayyen meş'ûm vak'aların sene-i Devriyesinde tiyatral hareketlerle, sürekli yarayı kaşıyarak-kanatarak, Peygamberimizin en yakın ashâb'ından bâzılarına ta'an ederek onlara söverek, Peygamber'in ve O'nun ashab'ının yolu demek olan Ehl-i Sünnet'den ne kadar uzaklaştıklarını ve bid'at ve hurâfe'ye nasıl saplandıklarını görmemek mümkün mü?

 

Son birbuçuk asırdan beridir, tüm İslâm Âlemine fitne, fesât, reform ve bid'at yayan başlıca merkezlerden birisi olan Mısır'daki, "Câmiu'l-Ezher" şeyhlerinden Abdülmecid Selîm, Mahmut Şeltût, Kâhire'deki İhvân-ı Müslimîn'in lideri Hasan el-Bennâ Muhammed Ebû Zehrâ gibi masonik zihniyyeteki âlimler, Ehl-i Sünnet ile Ca'ferîleri yaklaştırma çabasına girmişler, Şîa ve Ca'ferî'ler de İslâm dini'nin açık hükümlerine aykırı görüşlerini yok saymışlar, Ca'feriliği tıpkı Ehl-i Sünnet ekolleri gibi hak mezhep saymışlardır.

 

Bu görüşü savunanlardan Mahmût Şeltût, 1 Ekim 1958'de Ca'feriyye Mezheb'inin hak ve meşrû bir İslâm mezhebi olduğuna dâir bir fetvâ neşretmiş, arkasından da Ezher'e bir Şiî Fıkıh kürsüsü kurulmuştur...