Her toplumun bir kültürü vardır. Kültürü şekillendiren ögelerden biri de dindir. Geleneksel doku içinde bu kültür, nesilden nesile aktarılır. Elbette uzun vadede gelenekler de şekil değiştirir, günün şartlarına uygun hale gelir.

Toplum, bu değişimi ve gelişimi ne kadar kontrol altında tutabilir, taviz vermeden günün şartlarına ne kadar uydurabilirse, o kadar mutlu ve huzurlu olur.

Söylemesi kolay olan birçok şeyin yapması zordur. Geleneksel kültürü gündelik hayata uygulamak da söylendiği kadar kolay ve basit değildir.

Unutmamak gerekir ki, geçmişte çok ağır yürüyen bu süreç, günümüzde öylesine hızlanmıştır ki, yetişebilene aşk olsun. Uzun vadede ağır ağır işleyen sistemin değişimini, içinde yaşayan kuşaklar fark etmezler bile.. Ancak dedeler ve nineler yeri geldiğinde “Aaahhh, bizim zamanımızda öyle miydi ya?” diye serzenişte bulunduklarında ancak bazı şeylerin değişmiş olduğunu anlarız. Ama bu değişimden de hiç rahatsız olmayız.

Düşünsenize aynı evde yaşayan üç kuşak marangoz bir ailenin hayatında hemen hemen hiçbir değişiklik olmamıştır. Belki birkaç yeni alet gelişmiş, işleri kolaylaştırmış, belki de sandıkların, dolapların yapımına birkaç ufak ayrıntı eklenmiştir.

Dede oğlunu aynı dükkânda çırak gibi kullanıp yetiştirirken, baba da aile içinde ve çevrede gördüğü, bildiği şekilde, kendi çocuğunu aynı ortamda büyütmüştür. Kazandığıyla yetinen, aç açık kalmadıkça haline şükreden bu üç kuşak bir arada yaşayan aile, geçmişteki toplumumuzun önemli bir parçasıdır.

***** 

Bayramlar, inançlarımızın kültürümüze kattığı özellik ve güzelliklerden biridir. Geleneksel bir aile eğer hali vakti yerindeyse, bayramdan bir ay kadar önce kurbanlık bir koç alır, onu besler büyütür, kınalar, sonra da bayram sabahı, gerçekten üzülerek, bir cana kıymanın hüznünü vicdanında hissederek, dinî bir ibadeti yerine getirmek için bizzat keser.

Bu satırları okurken bazılarının gözünde vahşi bir manzara canlanmış olabilir. Bu Müslümanlar geçekten sevdiği bir hayvanı nasıl kıyıp da böyle kesebiliyorlar diye bir düşünce akla gelebilir.

Dinî literatürde ibadetlerin elbette hem dünyevî hem uhrevî çeşitli faydaları vardır. Burada uzun uzun bunları anlatacak değiliz. Bunları bilmeden ve düşünmeden meseleye sadece tek bir pencereden bakanlar, zaten benzer şeyleri uzun zamandır söylüyorlar. Yeterli bilgiye sahip olmayanların -özellikle de Z kuşağı gençlerin- duyar duymaz bunlara hak verdiklerini, böylece dine de soğuk baktıklarını ve hatta inançsız hale geldiklerini biliyoruz.

Yukarıda geleneksel bir ailenin kültürel olarak eskiden nasıl yetiştiğini kısaca özetlemeye çalışmıştım. Bugün artık üç kuşak bir arada yaşayan ailelere rastlayamıyoruz. Dededen babaya, babadan toruna geçen mesleklere de… Çünkü yeni nesil, kol kuvvetine dayalı mesleklere meslek gözüyle bile bakmıyor. Hakkına razı olmak, bulduğuyla yetinmek, sahip olunan imkânlara şükretmek gibi şeyleri de hiç bilmiyor.

Masa başında, hatta mümkünse evde veya kendi seçtiği ortamda rahat özgür çalışıp çok para kazanmak, onlar için en büyük ve tek amaç…

Geleneklerin taviz verilmeden zamana uyarlanması lazım demiştim. Geçmişte, toplumun farkında olmadan ağır âheste yaptığı bu değişim, günümüz şartlarında ancak sosyologların, psikologların yönlendirmesiyle, yani bilimsel olarak yapılabiliyor. 

Dinî hayatımızı şekillendirmesini beklediğimiz yetkililer, maalesef bu konuda bilimsel yollara başvurmayı akıllarına bile getirmediler. Bugün dede yaşında olanlar geçmişte yazın bir cami imamına gidip “din” adına ne öğrendilerse, minicik torunlarımız, eğer ailesi tarafında izin verilip yine yazın bir cami imamına teslim ediliyorlarsa, dedeye öğretilen aynı şeylerle bilgilendirilmeye çalışılıyor.

O zamanlar kimsenin aklına gelmeyen, gelse bile sorulması asla düşünülmeyen sorular, günümüzün gençleri tarafından çatır çatır soruluyor. Ve tatmin edici cevap alınamayınca da, dinin insana hiçbir faydası olmayan boş bir şey olduğu kanaati kafalara yerleşiyor.

Meselâ kurban bayramı dolayısıyla kesilen hayvanlara acıyıp, dini suçlayanlar, yedikleri kebaplar için bayram haricinde her gün ülkemizde kaç hayvan kesildiğini hiç hesaba katmıyorlar. Lokantada “ne yesek?” diye düşünürken, karar kıldıkları kuzu şişin de capcanlı sevimli bir hayvana ait olduğunu  akıllarına bile getirmiyorlar.

Etinden vaz geçtim, kuzunun ciğerini, hatta kokoreç adı altında kuzunun barsağını bile lüpletenler, bunları yerken, bu hayvana yazık değil mi diye hiç düşünüyorlar mı? Hayır!..

Türkiye’de kişi başına yıllık et tüketimi 25 kilogramdır. Dış ülkelerde bu tüketim daha fazladır. Örneğin Amerika’da kişi başına 120 kilodur. Bu demektir ki sadece ülkemizde her yıl (84 milyon x 25kg =) 2 milyar 100 milyon kilo et tüketiliyor. Kurbanlıklara acırken bu bilgileri de hatırlamakta fayda var.

****  

Kurban kesmenin bir âdâbı vardır. Hayvana acı çektirmeden en kısa sürede ölmesini sağlayacak  şekilde ehil kişiler tarafından kesilmesi şartlardan biridir. Bu inceliği bilmeyenlerin, taşlara vurula vurula öldürülen ahtopotları, canlı canlı kaynar suda haşlanarak öldürülen ıstakozları, yengeçleri, keyif sofralarında afiyetle yerken, kurban üzerinden din düşmanlığı yapmaları da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.

Köyünde, evinin bahçesinde kurbanını kesen insanların, gerekli şekilde eğitilmeden ve öğretilmeden, İstanbul gibi büyük şehirlerin caddelerinde sokaklarında etrafı kan gölüne çevirmeleri, bayram gibi bir güzel günü, etrafı leş kokutarak berbat etmeleri, elbette tasvip edilecek bir durum değildir.

Geleneklerin günümüz şartlarına uydurulması gerekir derken söylemek istediğimiz şeylerden biri de buydu.

Evet kurban kesenler, her gün düşünmeden yediğimiz etin böyle bir hayvanın canına kıyılmasıyla elde edildiğini bizzat yaşayarak gördükleri için, hem nimetlere şükretmeyi bilirler, hem de bir cana kıymanın ne kadar zor ve acı verici bir şey olduğunu öğrenirler…

Sadece uzaktan hayvan hakları bağlamında kurban diye beslenen, büyütülen, sevilen hayvanın kesilmesini bir tür vahşet olarak görüp karşı çıkanlar, “sevgili” diye bağrına bastığı gencecik kızları öldürmekle kalmayıp, paramparça ederek betonlara gömen medeni insanlara nedense toz konduramıyorlar.

Son yıllarda ülkemizde kadına karşı şiddet öylesine inanılmaz boyutlara ulaştı ki, hemen her gün benzer bir olayla karşılaşır olduk. Her gün bir saldırı, bir tecavüz, hatta bir cinayet haberi almayı artık kanıksar hale geldik. Belli ki cezalar yeterince caydırıcılık özelliği taşımıyor.

Eskiden kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde cinnet getiren birinin işlediği cinayet haberleri, zaman zaman gazete sayfalarında yer alır, özellikle akşam üstü çıkan gazeteler bununla iyi tiraj sağlardı. Şimdi herkesin her şeyden haber alma imkânı olduğu günümüzde, korkmadan, çekinmeden, kasıtlı olarak cinayet işleyen, insanlıktan nasibini alamamış mahluklar türedi.

Gün geçtikçe medenileşip daha uygar bir halde yaşamamız gerekirken, sanki ilkelleşip vahşileşiyoruz. Bu konuda kadınların haklarını koruyacak kanunlar yapıldı. Yetmedi İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladık. Ama bir yerlerde bir terslik var ki, hiçbir şey umduğumuz gibi gitmiyor.

İstanbul Sözleşmesi, sadece LBGT’nin boy göstermesine, sanki çok normal ve gerekli bir şeymiş gibi yaygınlaşmasının kolaylaştırılmasına yaradı. Medeniyet adına  bazı kurum ve kuruluşlar da bunların savunuculuğunu yapıyorlar.

Hepimiz biliyoruz ki, bitkiler ve hayvanlar da dahil bütün canlılar, erkek ve dişi özelliğine sahip iki farklı oluşumdan meydana geliyor. Üçüncü bir cins yaratmaya çalışmak, genlerle oynayıp canlının doğasını bozmaya yönelik anormal bir davranıştır.

Kendiliğinden oluşan kural dışılıkları elbette yermeye hakkımız yok. Sonuçta o insanlar kendilerini hissettikleri şekilde yaşarlar. Kişinin böyle bir duygu yaşaması ahlaksızlık değildir, doğaldır, normaldir. Biz de onlara bir erkeğe veya bir kadına duyduğumuz saygı gibi “insan” oldukları için saygı duyarız. Fakat bunun propogandasını yapmak, bu farklılığı âdetâ bir üstünlük gibi sunmak, topluma hiçbir fayda sağlamayacağı gibi böyle gereksiz bir gayret içine girmek, gerçekten ahlâksızlıktır.

Ahlâkı dinle bağlantılı bir unsur olarak görenler, sırf dine karşı takındıkları tavrı, sanki pekiştirmek için ahlâk kurallarına da karşı çıkıyorlar. Oysa ahlâk inançlı-inançsız bütün toplumlarda geçerli bir hukuk normudur.

Dinin de kendine göre bir ahlâk prensibi olmasına rağmen, ahlâklı veya ahlâksız insan ayırımını “din” penceresinden yapmak çok yanlıştır. Günümüzde en çok istismar edilen konulardan biri maalesef dindir. Cahil insanları bu şekilde etkilemek çok kolaydır. FETÖ’nün de bu yolla, hem halkımızın hem devletimizin kılcal damarlarına kadar kolaylıkla ve rahatlıkla girdiğini artık hepimiz biliyoruz.

Elbette bu acı tecrübe, en azından azıcık düşünce ve iz’an sahibi insanları “şüphe” bataklığına sürükledi. Güven duygumuz derinden sarsıldı. Artık kimseye güvenemez olduk. Başımızda internet denilen öyle püsküllü bir bela var ki, bilgi kirliliği had safhada. Yazılanların hangisi doğru, hangisi yanlış, ayırdetmek zor.

Bu özelliği çok iyi bilen ve bunu kullanmaya kalkanlar da, ha bire algı operasyonu yapmak için kafamızı karıştıracak yalan yanlış bilgileri durmadan piyasaya sürüyorlar. Hepimiz bir tedirginlik içindeyiz. 

*****

Her fikrin bir karşıtı mutlaka vardır. Bu onun doğru olduğu anlamına da gelmez, yanlış olduğu anlamına da gelmez. Doğruluk veya yanlışlık ölçüsü farklıdır. Bakış açımıza, o konudaki gerçek bilgimize ve düşünce tarzımıza göre bir hususu “doğru” veya “yanlış” diye niteleyebiliriz. Bu yine de bizim sübjektif görüşümüzdür. Aslında bu açıdan baktığımızda kesin doğru da yoktur.

İşte son günlerin en tartışmalı konuları olan Sosyal Medya düzenlemesi ve Ayasofya’nın ibadete açılması… Sizce doğru mudur yanlış mıdır? Dediğim gibi her iki tezi savunmak için de çok şey söylenebilir. Ama biz genellikle olayları işimize geldiği şekilde görürüz ve o yüzden aynı olayı gören iki şahidin ifadesi genelde birbirinden  farklıdır.

Sosyal Medya, çok önemli bir iletişim aracıdır. Bütün araçlar gibi iyiye kullanıldığı zaman faydalı, kötüye kullanıldığında zararlıdır. Karşımıza yeni çıkan ve bu yüzden bir denetim mekanizması da olmayan sosyal medya, bugün maalesef, kimliği belirsiz kişilerce bir karalama aracı olarak kullanılabilmektedir. Bu açıdan bir düzenleme yapılması doğaldır ve gereklidir.

Ama amacımız, belirsiz bir hesabın arkasına saklanarak, birilerine küfretmekse elbette bu düzenlemeye karşı çıkarız. Yok amacımız, haberleşmek, doğru bilgileri yaymak, açıkça imzamızı atarak doğru bildiğimiz fikirleri savunmaksa, bu düzenlemeye niye karşı çıkalım ki?

****

Ayasofya’nın açılışında da aslında aynı kriterleri kullanabiliriz. Fakat niyetler farklı olunca sonuçlar da farklı oluyor. Belli bir kesimin yıllardır açılmasını beklediği Ayasofya, tam da böyle bir kritik dönemde ne maksatla ani bir kararla camiye çevrilmiştir, doğrusu birçok kişinin cevaplayamadığı bir soru.

Ancak iç barışımız açısından Ayasofya’nın açılışı, hiçbir tartışmaya sebep olmaması gerekirdi. Diyanet İşleri Başkanı’nın okuduğu hutbede kurulan bir cümlenin Atatürk’e hakaret olarak algılanması kamuoyunda büyük tepkilere yol açtı. Birlik ve beraberliğe daha çok ihtiyacımız olduğunun sık sık tekrarlandığı şu günlerde böyle bir ayrıştırıcı sonuç ortaya çıkması, elbette hiç hoş olmadı.

Sayın Cumhurbaşkanının kendine yakın bir kesimi memnun ederek partisinin oyunu artırmak için zamansız bir şekilde Ayasofya’yı gündeme getirdiği düşünülürken, bir de böyle bir durumun ortaya çıkması, herhalde Akparti oylarını beklenenin aksine daha da azaltacaktır.

**** 

Bayram öncesi genellikle insanları bir telaş alır. Bayrama dingin bir kafayla girilmesi için, insanın kafasına takılacak bazı şeylerin bir an evvel halledilmesi istenir. Sayın Cumhurbaşkanın da belki Ayasofya’yı açarken böyle bir düşüncesi vardı. Gerçi yaşanan bu olaylardan sonra rahata ermiş midir, yoksa daha da beter canı mı sıkılmıştır bilemeyiz ama, bayrama rahat kafayla giren birini biliyoruz.

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, yapılan itirazlara rağmen pandemi sürecinde, seyircisiz de olsa Kurultayı topladı ve bazı kesimlerce eleştirilse de tekrar tek aday olarak Genel Başkanlığa seçildi. Tebrik ediyor ve hayırlı olsun diyoruz. 

**** 

Bir bayrama daha böyle değişik olaylarla giriyoruz. Geleneksel yapımızdaki bozulmalar sebebiyle bayramlarımız, gerçekten layık olduğu değeri kaybetmiş görünüyor. Pandemi sebebiyle de iki bayramdır kimseyle kucaklaşamıyoruz. Bizim çarpık bakışımıza korona virüsü tuz biber ekti.

Bu sayede bayramın gereksiz seremonilerinden kurtulduk diye düşünüyorsanız iyi bilin ki bunun bize ve toplumumuza kazandıracağı hiçbir şey yok. Keşke onları günümüz şartlarına uygun hale getirebilecek değişimleri yapabilseydik de daha coşkulu bayramlar yaşayabilseydik...

Gayet medenice övünerek çılgınlar gibi benimsediğimiz yılbaşının, aslında Hıristiyan kaynaklı bir Noel kutlaması olduğunu unutmayalım ve bayramlarımıza modası geçmiş din kaynaklı eski âdetler gözüyle bakmayalım. 

 Bu duygularla bütün okuyucularımızın ve Basın Camiasının Kurban Bayramını kutluyor, gelecek bayrama kadar hayatımızın daha da normalleşmesi temennisiyle hepinize sağlıklı günler diliyorum.