“Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti, milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.” Mustafa Kemal’in bu sözünü şunun için söylüyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Uygarlık Tarihi dersinde Roma Uygarlığı bölümünü anlatırken bir öğrencim şöyle bir sitemde bulundu:
“Hocam yıllardır biz gençlere Roma Uygarlığı’nı, Mısır Uygarlığı’nı ve Çin Uygarlığı’nı tanıttılar. Hatta insanı insana kurban eden İnkalar’ın Aztekler’in bile çok ileri uygarlıklar olduğu anlatıp tanıtıldı. Allah aşkına, Türkler hiç bir şey bilmez miydi? Mesela Selçuklu, Osmanlı hiç mi bir şey yapmadılar, dedi. Bende öğrencimin bu sitemini haklı bularak sadece Osmanlı Devleti döneminde yapılan bilimsel yenilikleri birkaç cümleyle anlatmaya çalıştım. İşte o sorunun cevabı! 
Osmanlı, siyasi ve askeri alanda dünyanın bir numaralı ve rakipsiz gücü haline gelirken, imparatorluğun hemen her köşesinde, büyük kültür merkezleri açılmıştır. Böylece tıp, matematik, astronomi, teknoloji, mimari, tarih, coğrafya, hukuk, edebiyat ve dini ilimlerde çok sayıda seçkin şahsiyetler yetiştirmiştir. Meselâ; Fatih ve Süleymaniye Medreseleri, sadece dini bilimlerin değil, aynı zamanda müspet bilimlerin öğretiminin yapıldığı ve bugünkü üniversite niteliğinde ki bir öğretim kurumudur. Osmanlı Hanedan üyeleri, devlet adamları, vezirler ve zenginler de gerçek birer ilim ve sanat dostuydular. Böylece gücü yeten herkes bir mektep ve medrese yaptırıyor ve ona yüzyıllarca yaşama olanağı verecek zengin vakıflar bağışlıyorlardı. Şimdi bazı ilim adamlarının, Osmanlı dönemindeki çalışmalarına bir göz atalım. Osmanlı’da yazılmış olan bilimsel eserler Arapçadır, ancak tıp eserlerinin bunun dışında kaldığı görülmektedir. Genellikle, hekimler eserlerini Türkçe olarak yazmayı tercih etmişlerdir.
Sabuncuoğlu’nun Cerrahiye-i İlhan adlı resimli ve Türkçe kaleme aldığı eseri, cerrahi ile ilgili nadir eserlerden olması bakımından önem taşıdığı gibi; resimli olması yönünden de önemlidir. Çünkü bu resimler devrin cerrahi aletler ve cerrahi tedavi tekniği hakkında fikir vermektedir. Mümin bin Mukbil ise, daha çok göz hastalıklarına ilgi duymuştur. Mukbil’in, Kitâb-ı Tıb adlı eserinin önemi onun Türkçe olmasından ileri gelir. Larendeli Siyahizâde Derviş, ilaçların Türkçe, Arapça, Farsça ve Rumca adlarını veren bir sözlük yazmıştır. I.Ahmet zamanında yazılan Mecmuatü’t-Tıbb adlı eser mevsimlerin tıbbın etkilerinde bahseder. Kan alma, hacamat, nabız ve idrar konularında, sonrada hastalıklar ve ilaçları tarif eder.
Akşemseddin, Pasteur’den önce “hastalıklara neden olan ve çıplak gözle görünmeyen mikrobu”, bulan ilk bilim adamıdır Kambur Vesim ise verem mikrobunu Robert Koch’dan 150 sene önce keşfeden Türk doktoru olmuştur. Manisa’da Darûşşifa’nın idaresi ile görevlendirilen Merkez Efendi de tıp ilminde ünlüdür. O, insan sağlığı için çok faydalı olan ve 40 çeşit baharatın karışımında oluşan, Mesir Macunu yaptığı gibi bu geleneğin başlamasına da vesile olmuştur. 
Matematik ve astronomi alanında büyük bilginler arasında en ünlülerden biride Ali Kuşçu’dur. Yine astronomi alanında Takiyyüddin’in önemli bir yeri vardır. Takiyüddin çalışmalarında güneşin hareketleri, sabit yıldızların boylamlarının hesaplanması ve matematikle ilgili olarak da trigonometri çalışmaları da önem taşır.
 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Maarifetnâme adlı eserinde ilk defa Kopernik sistemini tanıtmaktadır, ancak yazar eski Batlamyus sisteminde de bahsetmiştir.
Osmanlı’da bilimsel çalışmalar arasında coğrafya alanında çalışmalarında önemli bir yeri vardır. Deniz coğrafyasında Piri Reis unutulmaz isimlerdendir. Piri Reis iki harita yapmıştır. Bunlardan biri Güneybatı Avrupa, Batı Afrika, Güneydoğu ve Amerika sahillerini gösterir. 
İkinci haritada ise Kuzey Amerika resmedilmiştir. “Kitab-ı Bahriye’si” daha çok denizcilere rehber kitap niteliğinde olup Kızıldeniz, Akdeniz ve Hint Okyanusu hakkında bilgi verir. Kâtip Çelebi ise çeşitli bilimlerle ilgilenmiş özellikle “Cihannüma” adlı eserinde İzlanda ve İngiltere gibi bazı batı ülkeleri hakkında bilgi verir. 
Osmanlı’da teknik alanda yapılanlara baktığımızda, bugünkü insanları bile şaşırtacak gelişmeler olduğunu görürüz. İstanbul kuşatması öncesi, büyük topların dökümü teknik gelişmeler, açısından çok önemlidir ve çağı değiştiren bir olay olmuştur. Bu toplar, Fatih Sultan Mehmet, Saruca Paşa, Muslihiddin Reis ve Urban’ın işbirliği sonucu yapılmıştır. Şahi adı verilen topların namlusunun çapı 91 cm, ağırlılıkları 26 ton, attıkları güllelerin ağırlığı 1600 kg ve menzilleri 1200 metredir; altı saatte bir gülle atan bu toplar yağlama-soğutma sistemine göre çalışıyordu.
Havacılıkta ise, IV. Murat zamanında yaşayan ve çeşitli ilimlerde bilgi sahibi olan Hezarfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden uçarak boğazı geçeceğini iddia etti. Ve bunu denemek için harekete geçti. Başta Padişah olmak üzere adeta bütün İstanbul ayaktaydı ve bu heyecanlı anı bekliyordu. Hezarfen Ahmet Çelebi sırtına taktığı iri kartal kanatlarını açtı, kendini boşluğa
Bıraktı ve uçmaya başladı. Kanatlarını çırpa çırpa boğazı geçti ve Üsküdar’daki Doğancılar Meydanı’na inmeyi başardı. İşte ilk başarılı uçuş gerçekleşmişti.   
Havacılıkta başka önemli bir gelişme de roket denemesinde olmuştur. İnsanların uçabilmesi için bu kadar gayret gösteren ve başarıya ulaşan Türk insanı elbette roket denemesinin şerefini de taşımalıydı. Nitekim gelişmeler böyle de oldu 
IV. Murat’ın kızının doğduğu akşam İstanbul’da şenlikler yapılıyordu. Lagari Hasan Çelebi isimli bir kişi yardımcıları birlikte ortaya çıktı ve “Yedi Kollu Fişek” adını verdiği rokete bindi. Kalabalıkla birlikte kendisini seyreden Padişaha, “ Padişahım, seni Allah’a ısmarladım                                                                                                         
Ben, İsa Peygamber’le konuşmaya gidiyorum” diye seslendi. Bu arada yardımcıları barutları ateşlemişlerdi. Ateşlemeyle birlikte Yedi Kollu Fişek fırladı ve gökyüzünün karanlıklarında kaybolup gitti. Heyecanlı bekleyiş bir süre devam etti ama dönüşten ümit kesilince kalabalık dağıldı. Barutların yanması bitince hızı kesilen roket düşüşe geçmiş, kartal kanatlarını açan Lagari Hasan Çelebi ise ileride bir yere inmeyi başarmıştı. Sevinç içinde saraya doğru koştu. Sözünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle Padişah’a seslendi:
“-Padişahım, İsa Peygamber sana selam söyledi!” IV. Murat, Lagari Hasan Çelebi’yi bir kese altınla ödüllendirdi.
 Osmanlı’da ilk denizaltı yapımına gelince; daha Amerika ve Avrupa’da “denizaltı” diye bir araç bilinmezken III. Ahmet döneminde “Tahtelbahir” adı verilen ilk Türk denizaltısı yapılmıştı. Mimar İbrahim Efendi’nin buluşu olan bu denizaltı bir timsah şeklinde yapılmıştı. Halk bu denizaltıyı III. Ahmet’in çocuklarının sünnet törenleri yapılırken gördü ve herkes hayretler içinde kaldı. Tören sırasında Haliç’te denizin dibinden suyun üstüne çıkan bu “Tahtelbahir” ağır ağır ilerleyerek padişahın bulunduğu yere doğru gitti. Yarım saat kadar orada kaldıktan sonra tekrar suyun içine girdi ve az sonra tekrar çıktı. Herkes hayret ve şaşkınlık içindeydi. Timsaha benzeyen bu aracın içinden beş tane çocuk oynamaya başladı. Mimarbaşının bu timsahı dünyanın bundan üç asır kadar önce tecrübe edilmiş ilk denizaltısı sayılmaktadır. Mimari alanda ise Mimar Sinan yüzyıllar öncesinde bir minareye üç merdivenle çıkılabilir bir yenilik yapması tarihin unutulmazları arasında yerini almıştır 
Hukuk alanında gurur kaynağımız ise Kanuni Sultan Süleyman’dır. “Capitol”, ABD’nin millet meclisi binasıdır. Temsilciler Meclisi, meclisin galerisine, ünlü kanun yapıcılarının portrelerini koymayı kararlaştırmıştı. Karar, ABD Kongresi tarafından onaylandı. Temsilciler Meclisinin oluşturduğu, bir heyet, tarihin en büyük kanun yapıcılarından 23’ünün ismini tespit ettiler. Sonra, tanınmış heykeltıraşlara görev verildi. Bunlar, mermer plakalar üzerine kabartma portreleri işlediler. Temsilciler Meclisi galerisindeki portrelerden birisi, Kanuni’ye aittir. Türk padişahı, Sivil ve askeri kanunlarda yaptığı düzenleme ve getirdiği yeniliklerle, dünyanın en büyük kanun yapıcılarından biri olarak tanıtılmaktadır.
 İşte vereceğimiz en son örnek çoğu kişi tarafından bilinmez 
Abdülhamit Han’ın yaptırmış olduğu  “Alâmet” isimli robottur; bu robot dünyada ezan okuyan ilk saat olma özelliğine sahiptir. Sultan, bu muhteşem özelliklere sahip saati Japonya’ya göndermiştir. Muhtemel ki Japonlar, bugünkü robot teknolojilerini, semâ yapan, ezan okuyan bu saatten almışlardır.
Tarih kitapları ve Osmanlı arşivlerinde bu olaylar belgelerle sabittir. Fakat bilinmeyen konu şudur: Peki Alâmet isimli, ezan okuyan, saatli robottan neden hiç söz edilmez! Bu işin sırrı da şudur: Belgeler de şöyle der: “Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon İmparatoru’na takdim edilmiştir. Fakat yine de akıllara bazı soru işaretleri gelebilir? Meselâ, Japonlar bu robot (Alâmet) gerçeğini neden açıklamamışlardır? Bu soruya şöyle bir cevap bulunabilir: O dönemlerde Japon Hanedanlığı karışıklıklar yaşıyordu. Saraylar ve bazı özel hediye mekânları yağmalandı, soyuldu. Alâmet o karışık dönemde, bu soygunlar esnasında birinin eline geçmiş olabilir. Bir başka soru işareti ise; O dönemlerdeki saat firmaları acaba Alâmet’ten ilham almış olabilirler mi? Mesela, Seikosha  saat fabrikası 1892 yılında kurulmuş, 1899 yılında ilk alarmlı saati piyasaya sürmüştür. 1881 yılında Kintaro Hattori tarafından Seiko Co limitet şirketi kurulmuştur. Soru şudur: Acaba Alâmet bu saatlere ilham olmuş mudur? Acaba Alâmet’in üzerinde bulunan 7 ustanın baş harfleri bir şeyler ifade ediyor mudur? Ezan okuyan saatlerin menşeinin Japonya olmasında  acaba ne kadar Alâmet’in etkisi vardır? Bilinmez ama bilinen bir şey varsa; o da ilk ezan okuyan ve robot sayılabilecek saatin teknoloji dünyasında yer almasına ilk defa Sultan Abdülhamit Han vesile olmuştur.
Bütün bu güzellikler Osmanlı Devletinin son döneminde yapılan insanları hayrete düşürecek gelişmelerdir. Size daha da şaşırtıcı olanını söyleyeyim, bu robotu yapan kişi Yeni Kapı Mevlevihânesi saat sanatkârı, saat mekaniğini çok iyi bilen 70 yaşındaki, Musa Dede’dir. En büyük gururumuz ise daha 21 yaşındayken topların dökümünde mühendislik harikası yaratan Fatih Sultan Mehmet Han’dır.
Evet, kim demiş? Osmanlı bilmez diye! Elbette Osmanlı bilir, yaşlılarımız bu kadar biliyorsa sevinin Türkiye Cumhuriyeti gençleri çok daha iyi bilirler ve de neler yapmazlar ki! Yeter ki bilimsel çalışmaları sadece devlet değil de, özel sektör de desteklesin.