25 Şubat 1711 Osmanlı Rus Savaşı’nın başlangıcıdır. Ama bu savaşın sonucu ise gerek tarihin magazin olayı olarak, gerekse siyasi tarihi olay olarak bugünlerde de hala konuşulmaktadır. Bu savaş öncesi Rusya’nın sıcak denizlere inmek isteği ideali üzerine Rusya İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl’ı sıkıştırır ve Şarl ise zor durumda olduğu için çareyi Osmanlı’ya sığınmakta bulur. Eskilerin deyimi ile IX. Şarl, Osmanlı’nın “Demirbaş’ı” gibi oldu. Hepimizin bildiği Baltacı Mehmet Paşa 1711 Prut Savaşı’nda Ruslarla yaptığı savaşı kazanmış ve Rusya barış istemek zorunda kalmıştır. Ancak bugüne kadar hep tartışa gelinen konu Prut Savaşı gerçeği değil Baltacı ve Rus Katerina arasında bir aşk yaşanıp yaşanmadığıdır.  Rusya’nın başında bulunan Çar I. Petro(Deli) Rusya’nın sıcak denizlere inmesi için Osmanlı engelini aşmayı hedeflemekteydi. Son derece otoriter ve yetenekli bir çar olan Petro’ya tarihimizde “Deli” lakabı verilmiştir. Osmanlı Devleti ise Rusya’nın kendi üzerinde kurmak istediği bu baskıyı önlemek amacıyla Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki yaklaşık 100.000 kişilik ordusunu Rusya üzerine gönderir. Rusya ise 60.000’den fazla Mareşal Şeremitiyev komutasındaki ordusuyla Prut Nehri kıyısında Türk kuvvetleriyle karşılaşacaktır. Yapılan savaşta kısa sürede yoğun topçu ateşiyle Osmanlı kuvvetleri Rusları ilk günden itibaren yenilgiye uğratmaya başlamıştır. Günlerce süren yoğun Osmanlı bombardımanı Ruslar’a çok ağır kayıplar verdirmiştir. Bunun üzerine Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev Baltacı Mehmet Paşa’dan barış istemiştir. İlk barış önerisi Baltacı tarafından kabul edilmemiş ve Osmanlı baskısı daha da derinleşmiştir. Bunun üzerine Şeremetiyev ikinci bir mektup yazarak daha ziyade kan dökülmeksizin barış için bir karar vermesini Baltacı Mehmet Paşa’dan tekrar rica edip aksi takdirde canla başla tekrar harp edeceklerini bildirdi. Heyecan içinde olan Çar Petro esir ve Türk kılıcı ile katledileceğini düşünerek senatoya gönderdiği mektupta: 
 “-Benim bütün askerlerimle askerî bir hata işlemeden aldığım uydurma haberler üzerine bizim kuvvetlerden bir kaç kat üstün Osmanlı ordusu tarafından ihata olundum. Yiyecek yolları tamamen Türklerin ellerinde olup Cenab-ı Hakkın lûtfu olmazsa mağlûp ve esir edileceğime şüphe etmiyorum; şayet esir düşersem beni kendinize Çar tanımayınız ve bir şey emredersem yapmayınız; eğer kurtulup yanınıza gelirsem o vakit emirlerimi icra ediniz; öldürülür isem uygun birini hükümdar yapınız” diye vasiyetlerde bulunmuştu. Bu esnada Baltacı Mehmet Paşa savaş heyetini toplamış ve Rus başkomutanının kendisinden barış istediğini ve her türlü talebi kabul ettiğini belirtmiştir. Bunun için heyette bulunanların görüşlerini almıştır. Ama Kırım Hanı Devlet Giray Han antlaşma yapmayı istemediğini belirterek şöyle konuşmuştur: “Eğer bu düşmanın barış sözüne güvenirseniz, bir daha asla ele geçmeyecek fırsatı kaçırmış olursunuz, dedi.
Zaten padişah Baltacı Mehmet Paşa’yı da Devlet Giray’ın sözünde çıkmaması için tembihlemişti. Ama büyük bir çoğunluk bu barış önerisinin kabul edilmesini istemiştir. Çünkü uzayan savaşta Yeniçerilerin rahatsız olduğu ve savaşın uzamasının ileride Osmanlı ordusunda sıkıntı çıkaracağı düşünülmüştür. Bütün bu olasılıkları düşünen Baltacı Mehmet Paşa Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev’in barış önerisini kabul etmiştir. Ardından Türk tarafından Baltacı ve Rus tarafından Çar’ın Baş Rus murahhası Petro Şafirof ile meşhur Prut Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre; Azak kalesi Osmanlı Devleti’ne geri verilecek, Rusya’nın takip ettiği İsveç Kralı XII. Demirbaş Şarl ülkesine serbestçe dönebilecek, Rusya İstanbul’da daimi elçi bulundurmayacak ve Lehistan’ın içişlerine karışmayacaktı. Antlaşmanın garantisi olarak General Şeremetiyev’in oğlu Petroviç Mihal rehin olarak Osmanlı’ya teslim edilmişti. Prut Antlaşması’nın imzalanmasını müteakip vezir-i âzam ve serdar-ı ekrem tarafından açlıktan mustarip olan Çar Petro’ya pirinç ekmek, kahve, şeker ve diğer bazı yiyecek maddeleri gönderildi. Görüldüğü gibi Osmanlı için başarılı bir antlaşmadır. Ancak Baltacı Mehmet Paşa’nın siyasi rakipleri dönüşte Padişah’a durumu farklı izah etmişler, yok edilmek üzere olan Rus ordusunun Baltacı’nın keyfi hareketleri yüzünden kurtulduğunu anlatmışlardır. Ancak Baltacı’nın Rusların barış önerisini kabul etmesinin temel sebebi ordusu içindeki Yeniçerilerin savaşın uzaması ile huzursuzluk çıkarmaya başlamasıyla ilgiliydi. Böylelikle Baltacı Mehmet Paşa eski otoritesini kaybetmiştir. Dahası onu sevmeyenler padişaha; “Veziri azamın Kırım Hanı ve İsveç Kralı’nın önerilerini dinlemeyip kâfirin parasına ve Çariçe Katerina’ya tamah edip adını tarihe geçebilecek cihangirlik unvanını kaçırması, Devleti Aliyye’ye ihanettir, “ diyerek onu kışkırtmışlardır. Bu söz yüzyıllarca bir çığ gibi büyümüş “Baltacı bir karıya sattı bizi bile demişlerdir.” Oysa diplomasi kuralları gereği Baltacı ile Katerina’nın bir araya gelmeleri mümkün değildir ve de olmamıştır. Katerina, Çar I. Petro’nın eşidir. Savaş sırasında Rus hazinelerini toplayıp Osmanlı savaş komutanı Baltacı Mehmet Paşa’nın huzuruna çıktığı ve Rus ordusunun barış teklifini kabul etmesi için yalvardığı iddia edilmektedir. İşte işin şovenizm kısmı burada başlamaktadır. Bu görüşmenin Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina arasında bir çadırda baş başa yapıldığı ve aralarında bir ilişki olduğu iddia edilmiştir. Bu iddiaların tamamı kesin olarak uydurma ve yalanlardan ibarettir. Çünkü tarih boyunca devletlerarasındaki uzlaşma diplomatik kurallar çerçevesinde olmuştur. Böyle bir antlaşma yapılacaksa bu Rus ve Türk heyetleri arasında olmalıdır. Ayrıca bu iddiaların yanlış olduğunu şöylece sıralarsak:
1-1711 yılında yapılan Prut Savaşı ile ilgili ne Rus arşivleri ne de Osmanlı arşivleri Baltacı ve Katerina arasında görüşme yapıldığıyla ilgili bir bilgi vermiyor. Yani böyle bir olayla ilgili en ufak bir bilgi söz konusu değildir.
2- İddialara göre Baltacı Katerina’nın altınlarına ve mücevherlerine kanarak savaşı durdurmuş! Oysaki zaten Osmanlı Devleti Rusya’yı savaşta köşeye sıkıştırmış ve Rusya Osmanlı’nın her isteğini kabul ediyor. O halde her istediğini alabilecek gücü olan Baltacı Mehmet Paşa niçin Katerina’nın altınlarıyla şantaj yemiş olsun... 
3- Baltacı Mehmet Paşa’nın o dönemde saray içinde bulunan siyasi rakipleri bile böyle bir olaydan bahsetmemişlerdir. Böyle bir olay olsa rakipleri bunu kullanıp dile getirmez miydi? 
4- Yapılan antlaşmayı Baltacı kabul etmiştir. Ancak hiçbir antlaşma Başkomutanın keyfi kararıyla olmaz. Osmanlı Devleti’nde barış antlaşmaları için Başkomutanın kararı yeterli değildir. Çünkü askerlerden, diplomatlardan ve vezirlerden oluşan Harp Divanı bu kararı verebilir. Prut Antlaşması da böyle olmuştur. O halde Harp Divanı’nın tamamı Katerina ile şimdi birlikte mi oldu!
5- Savaş sırasında 82 yaşında olan Baltacı Mehmet Paşa’nın yaşını düşündüğümüzde Katerina ile bir ilişki içerisinde olması mümkün değildir.
6- Savaşın olduğu dönemde İstanbul’da bulunan Osmanlı padişahı III. Ahmet’tir. Onun dönemindeki olayları ayrıntılarıyla anlatan tarihçi Raşit böyle bir olaydan bahsetmemiştir.
7- Hiçbir Avrupa kaynağında, arşivinde böyle bir görüşmeden yine bahsedilmiyor. Görüldüğü gibi tarihte hiçbir şekilde Baltacı Mehmet Paşa-Katerina görüşmesi olmamıştır. Tüm bunlara rağmen Türk tarihini lekelemek isteyenler bu iftirayı ülkemize sokmayı başarmışlardır. Hiçbir kaynağı olmayan bu gafillerin esas amacı Türk tarihini lekelemektir. Nasıl bugün sözde Ermeni soykırım yalanını dünyaya duyurmuşlarsa şerefli bir Türk komutanı olan Baltacı Mehmet Paşa için de aynı iftiraları atmaya devam etmektedirler. Milletimizi; Fatihlere, Yavuzlara, Baltacılara, Abdülhamitlere, Enver Paşalara, Atatürklere ve ismi unutulmuş tüm kahramanlarımıza atılan bu iftiralara karşı Türk-İslam şemsiyesi altında hiçbir şekilde inanmamaya, kanmamaya ve oyuna gelmemeye davet ediyoruz.
Şimdi, dönelim İsveç Kralı Şarl’a… O sırada Padişah: III. Ahmet… Ve ülkede “Lâle Devri” yaşanıyor… Kral Şarl’ın tüm masraflarını-harçlığını Osmanlı tahsisata bağlamış… Yani, kendisine sığınan Kral’a “Maaş” bağlanmış… Osmanlı “Büyük Devlet”… Yapılan her iş, her harcama kayıt altında. Hazineden çıkan paranın nereye gittiğinin belli olması için de… Kral Şarl’ı “Osmanlı Demirbaşına” kaydetmişler… İşte, onun için, İsveç Kralı XII. Şarl; “Demirbaş Şarl” diye bilinir bizde… Hadi, sonunu da söyleyelim… Osmanlı`ya sığınmasından dört yıl sonra, Bizim “Demirbaş Şarl” İsveç`e dönmüş.
Yine kral olmuş.. Bugün İsveç’in birçok meydanını heykelleri süslüyor. Bu yazımda esas size söylemek istediği ise şudur! Bakın ki; İsveç “Osmanlı yardımının” 300 yıldönümünde teşekkür festivali yapması gerekirken 11 Mart 2010 günü İsveç Parlamentosu; “Osmanlı Ermenilere Soykırım Uyguladı” şeklinde karar almıştır. Yani demek istediler ki; Osmanlı “1915’te Anadolu’da Ermenilerin yaşadıklarını yanı sıra Asurîlere, Süryanilere, Keldanilere, Pontus Rumlarına ve diğer Hıristiyan azınlıklara karşı “soykırım” yapıldığı tasarısının kararını aldık.” Oysa dedelerine yani “Osmanlı Demirbaşı’na kayıt altında olan, Demirbaş Şarl’a o günün parasıyla “2 milyon akçe” harcamıştı. Ne yapalım yani şimdi biz bu parayı 300 yıllık faiziyle birlikte geri mi isteyelim. Belki İsveç’in bütün ülke değeri bile bunu karşılayamaz. Anlaşılan kazık yemeye de alışığız. Ama ne olursa olsun “Geçmişi ile gurur duyuyor insan.” Alın size en yeni bir kazık daha; 1 Şubat 2014 Cumartesi günü İsveç’te, daha önce 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanıyan Botkyrka Belediye Meclisi, ‘Süryani Soykırımı’na yönelik anıt önerisine de ‘evet’ dedi. Stockholm’un en büyük ilçelerinden Botkyrka’da Belediye Meclisi; “Uluslararası Asurî Soykırım Araştırma” merkezinin İsveç’teki temsilcilerinin, İsveç’te bulunan Süryani sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte anıtın yerinin belediye tarafından tahsis edilip inşa edilmesi için yapmış oldukları başvuru doğrultusunda Perşembe akşamı toplandı. Yapılan oylama sonucunda Belediye Meclisi, yerin ve masraflarının başvuru sahipleri tarafından karşılanarak anıt dikilmesine izin verdi. 
 ABD’ de aynısı yaşanmıştı ve hükümet “Büyükelçimizi” geri çekmemiş miydi, tabii ki onu da unuttuk. Daha dün diyeceğimiz gün 27 Ocak 2014 günü Fransız Cumhurbaşkanı Ermeni Soykırımı ile ilgili Türkiye Cumhurbaşkanı’na ne diyordu; “Fransa’da bir kanun oylandı. 2008’de alınmış bir çerçeve karar var. Bunların uygulanması gerekiyor. Soykırımın inkârını cezai müeyyideye tabi tutan bir karar var. Uluslararası sözleşmeler çerçevesinde bunun uygulanması gerekecek.” Eminim ki bu söylenen sözler unutulacak ve birkaç gün sonra bu ne zaman söylendi diyenler bile olacaktır. Çünkü biz birbirimiz ile uğraşmaktan bizimle uğraşanları göremez duruma geldik. Yazık benim güzel ülkeme, yazık benim geçim derdiyle uğraşan insanıma! 
Kısacası; bugün benim geçmişimizi yazıp övündüğüm gibi; inşallah bir gün gelecek, bir İsveçli tarihçi de ülkesinin yaptıklarının hata olduğunu yazıp “geçmişi ile gurur duyulamayacağını yazacaktır.” Ne demiş Afrikalı atasözünde “Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar; av hikâyeleri hep avcıları övecektir”.