Yine asıl konumuza dönelim: Zaten Cambridge etrafı ve yöresi engebesiz, düz toprak ve arazilerle çevrili. Belki İngiltere’nin tarıma en elverişli bölgesi. İklim yumuşak. Yağışlı ve genellikle hava bulutlu.

     Kaldığım köy çevresinde -her yerde olduğu gibi- çiftlikler var. Büyük arazileri bünyelerinde barındırıyor. Bizdeki gibi herkesin küçük küçük toprakları yok. Olanların çok geniş alanları kaplayan çiftlikleri var. Bizde herkesin toprağı var fakat herkese yetmiyor. Burada bazılarının toprağı var fakat her birine yetiyor.

     Söz buraya gelmişken bir hatıram canlandı gözümde. Yıllar sonra köyüme ziyarette bulunmuş ve köy okulunda beraber okuduğum bir arkadaşımla karşılaşmış ve onun şu tesbîtine kulak misafiri olmuştum:

     “Muhsinciğim demişti, şayet gurbet olmasaydı da hepimiz bu bir avuç toprakla başbaşa kalsaydık, ne yapardık? Her halde birbirimizi yer, kavga dövüş içinde kalırdık. İstanbul’a göç bizleri kurtardı, rahat nefes almamızı sağladı.”

     Böylece çiftlikler modern bir şekilde hizmet verirken, halk şehirlerde yoğunlaşmış; köylerdeki evler bile şehir yaşayışını aksettiren birer villâ hâlini almış. Nitekim şehirde çalışanların çoğu, yakın köylerde villâ tipi, konforlu evlerde kalıyor. Bölgeyi bir ağ gibi ören çift yollu asfalt, bakımlı yollardan kısa zamanda evinden işine; işinden evine erişmek imkânına sahipler. Zaten Avrupa’daki zenginler; şehir merkezi yerine, civar köy veya yerleşim birimlerindeki büyük, geniş ve bahçeli evlerde yaşamayı tercih ediyorlar.

     Hemen herkesin arabası var. Hattâ bir evde bir kaç araba olabiliyor. Otomobiller hep yeni. Eskisini hiç görmedim. Çünkü belli bir yıllıktan sonra kullanımına izin verilmiyor. Ehliyet sınavını da kolay kolay kazandırmıyorlar. 45 dakikalık şehir trafiğinde yapılan bir imtihandan sonra, iyice bildiğine emin olmadan asla vermiyorlar. Yollarda ise her çeşit trafik işaret ve lâmbaları en küçük detaylarına kadar düşünülmüş yapılmış ve yerlerine konmuş.

     İşte kaldığım köy ve çevresindekiler böyle köyler. Eğer bunlara köy demek uygunsa. Velhasıl bana Nasrettin Hocamızın mevsimlerin adı geçince her birine dudak büküşünü hatırlattı. Hani bahar söz konusu olunca “Bahara bir şey dedik mi?” diye baharın güzelliğini nazara vermesi var ya. Aynen onun gibi burada, kendisine bir şey demek caiz olmayan, kendisinde kusur bulunmayan baharın bitmeyen, sönmeyen varlığı söz konusu.

     Kısaca,

     Güneşe hasret,

     Yeşil cennet.

     İşte kısaca size,

     Ulaşmadan denize,

     İçeride kalan çevresiyle Cambridge;

     Evleri yüksek değil hiç.

     Güneş fazla yüz göstermiyor lâkin;

     İnsanlar yine de koşuyor akın akın, 

     “Bulutların arasındayım bakın bakın!”

     Diyen güneşe yine de coşkuyla,

     Altın oklar saçan güneşin aşkıyla,

     Dolu dizgin parklara seriliyorlar açılıp saçılıp.

     Bir an güneşle istiyorlar başbaşa kalıp,

     Güneşin ziyasını mümkün mertebe alıp,

     Güneşin görünmeyen yüzünün hayâline dalıp,

     O kadarcık da olsa yine yüzleri gülüyor.

     Yanaklarından sevinç huzmeleri dökülüyor.

     (09. 07. 2003, Bar Hill - Cambridge)