‘İlim insanı Allah'a ulaştırır. İbâdet ise Allah’ın sevabına ulaştırır.’
İslam Tarihi Ana Bilim Dalı emekli Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. AHMET VEHBİ ECER; İSLAM, İLİM VE İNSAN İlişkilerini anlattı.

Oğuz Çetinoğlu: İslam ve ilim şüphesiz ki bağlantılıdır. Nasıl bir bağlantı söz konusudur?
Yrd. Do. Dr. Ahmet Vehbi Ecer: İslâm Dini, her çeşit yararlı bilgiyi öğrenmeye açıktır. Öğretmek ve öğrenmeyi, başka deyimle ilimle uğraşmayı, hiçbir din, bizim dinimizdeki kadar ibâdet seviyesine yükseltmemiştir. Dinimizde ilimle uğraşmak dinî bir farzdır, dinî bir görevdir. Peygamberimize ilk inen âyetler okuma, öğrenme ve ilimle ilgilidir. Peygamberimize vahiy meleği ilk defa şöyle hitabetmiştir:
‘Ey Muhammed! Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku: Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir.’ (Alâk/1 - 5)
Peygamberimiz okuma bilmediğini açıklayınca Vahiy Meleği üç defa ‘OKU!’ emrini tekrarladı ve Peygamberimize bu ilk âyetleri öğretti.
Kur'an-ı Kerimde ilmin faydası ve değeri anlatılır. Peygamberimize hitaben Yüce Tanrımız ‘Rabbim, ilmimi artır, de!’ (Tâ-Ha/114) tavsiyesinde bulunur, ilim sâhibi olanların derecelerini yükselteceğini müjdeler. Allah'ı bilmek ilimle olduğu gibi, insanların kötülüklerden sakınmasını sağlayan Allah korkusu da ilimledir. Yüce Rabbimiz; ‘Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan ancak bilginlerdir.’ (Fâtır/28) âyetiyle bu önemli hakikate işaret buyurur.  Çünkü bilgin olan;   düşünen, araştıran, çalışan insandır. Bu sebeple gene Kur'anda Peygamberimize hitaben şu buyruk yer alır: ‘Ey Muhammed! De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’  (Zümer/9)
Çetinoğlu: Konumuz İslam ve İnsan olduğun göre Hz. Âdem’den konuşabilir miyiz?
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer: Kur'an-ı Kerimde ilk insan olarak bize tanıtılan Hz. Âdem'in yaratılış ve üstün sayılış sebebi önemlidir. Allah, Hz. Âdemi yarattı ve ona ilim öğretti. Allah a devamlı ibâdet eden ve O'nun buyruğundan hiç çıkmayan meleklerle ilk insanı bilgi yönünden imtihan etti. Bu imtihan sonucunda meleklerden daha bilgili olan ilk insana saygı göstermelerini emretti. Bu olaylar Bakara Suresinin 30 numaralı âyetinden sonraki yerlerde anlatılır. Bu olaya bakarak bazı bilginler, ilmin ibâdet derecesinde değil, ibâdetten de üstün olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Çünkü Yüce Rabbimiz Hz. Âdem'e verdiği görevde ibâdetin değil ilmin şart olduğunu ortaya koydu. Üstünlük ibâdete göre verilseydi meleklerin ibâdeti Âdem'in ibâdetinden fazlaydı, üstünlük meleklere verilirdi. O halde ilim, ibâdetten daha üstündür. Çünkü ilim düşünmeye, çalışmaya dayanır ve düşünme insanı Allah'a ulaştırır. İbâdet ise Allah’ın sevabına ulaştırır. Allah’a ulaştıran, Allah'a götüren şey, kuşkusuz, Allah'tan başkasına götürenden daha üstündür. Ayrıca dinimizde, şerefli bir yeri olan akılla yapılan bir iş aynı seviyede tutulamaz.
Bu bilginler, Beyzavi ve Fahruddin er-Râzî gibi bilginlerdir. Aynı konuya Prof. Dr. Hüseyin Atây, 1970 yılında yayınlanan İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 18. cildinde yer alan ‘Allah'ın Halifesi İnsan’ başlıklı makalesinde yer veriyor. İşte böyle bir yorumun sonucunda ilmin yüce değeri, dinimizdeki üstünlüğü kendiliğinden belirir.
Çetinoğlu: Cenab-ı Allah’ın ve Rasulünün insanları ilim öğrenmeye sevk eden âyet ve hadislerinden söz eder misiniz?
Ecer: Böylesine önemli olan ilme yönelten, teşvik eden buyrukları, Kuranda ve sünnette, bulabiliriz. Peygamberimiz; ‘İlim tahsili için sefere çıkan kimse evine dönünceye Allah yolundadır.’ buyruğuyla ilme, ilim öğrenmeye girişmenin büyük sevabına işaret eder. Hattâ âlimle, bilginle bütün ibâdetleri yerine getiren dindar kişiyi, yânî âbid'i, karşılaştırır. Peygamberimiz şöyle buyururlar: ‘Bir bilginin ibâdetlerini yapan âbid'e karşı üstünlüğü, benim size oranla üstünlüğüm gibidir.’

Bir başka hadislerinde Peygamberimiz bilgin ile ilmin değerini değişik bir benzetmeyle şöyle açıklar: ‘Bir kimse ilim tahsili için yola çıkarsa, bu yüzden Tanrı ona cennet yolunu kolaylaştırır. Şüphesiz melekler de ilme sarılanlara, hoşlandıklarından dolayı, kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hattâ sudaki balıklara varıncaya kadar, hepsi, ilim adamları için Allah'tan af ve iyilik dilerler. Bir ilim adamının (ibâdetlerini tamı tamına yerine getiren) âbid üzerine üstünlüğü ay'ın diğer yıldızlara, üstünlüğü gibidir. İlim adamları Peygamberlerin mirasçılarıdırlar.’
‘İlim öğrenmek sadakadır.’, ‘İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.’ Buyuran Hz. Muhammed (S.A.S.) Müslümanların ilme koşmaları ve ilme yapışmaları gereğini şöyle anlatır: ‘Hikmet (yani ilim) müminin kaybolmuş malıdır nerede bulursa alır. Çünkü o, buna layık olandır.’
Önemi böylesine Peygamberimiz tarafından ortaya konan ilim, sadece ahiret için değildir. Bu sebeple Yüce Peygamberimiz şöyle buyurur: ‘Dünyayı isteyen ilme sarılsın, âhireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı hem âhireti isteyen ilme sarılsın.’ Peygamberimiz başka bir hadislerinde ‘İlim adamı, ilmini uygulayan ve ilmini öğreten kişi, göklerde ulu kişi olarak çağrılır.’ Buyurarak ilmin uygulanma ve öğretilme gereğine işâret eder.
İlim adamlarının ortadan kalkmasıyla kendine âlim süsü veren sahtekârlar ortaya çıkar. İnsanlar gerçek bilginleri bulamayınca, bunların, bu kendini âlim zanneden sahtekârların etrafında toplanırlar, onlara inanırlar. Bu sahtekârlar hem kendileri yanlış yolda olurlar hem de onlara inanan ve akıl danışanları yanlış yola sürüklerler. Atalarımız bunu; ‘Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder.’ Deyimiyle çok güzel özetlemişlerdir. Bu konuda Peygamberimizin şöyle bir buyruğu vardır:  ‘Allah, ilmi, kullarının hâfızalarından silmek suretiyle değil, ilim adamlarının ölmesiyle alır. Ortada ilim adamı kalmayınca halk, kendilerine bazı cahilleri baş edinirler. Onlara dinle ilgili sorular sorulduğu zaman bilmedikleri halde cevap (fetva) vererek hem kendileri hataya düşerler, hem de soru soranları sapıklığa yöneltirler.’
Çetinoğlu: İlim nasıl elde edilir?
Ecer: İslâm dinine göre gerçek ilim çalışılarak, düşünülerek sonradan elde edilir. Eğer böyle olmasaydı Allah Kur'ân-ı Kerim’in Nahl Sûresi 78 âyet’te şöyle buyurmazdı: ‘Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir.’
Bu âyetle, insanın doğarken bir şey bilmediği ortaya konmuştur. Bilgi sonradan elde edilmektedir. Dinimizde kesin bilgiye önem verilir. İnsanın aklını kullanması, deney ve gözlemlerini bilgiye çevirerek ondan gereği gibi faydalanması istenir. İsrâ Suresinin 36. âyeti bize, bu konuda, dinimizin görüşünü ortaya koymamıza yarar. Bu âyette Yüce Tanrı şöyle buyurur: ‘Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.’
Bu âyette gerçekliği ve doğruluğu kesin olarak bilinmeyen şeye uymamak, ilim derecesinde kesinliği bilinmeyen zan, tahmin, fal gibi şeylere bağlanmamak, ilimle, akılla doğrulanması mümkün olmayan hurafelerin ardına düşmemek gerektiği anlatılmaktadır.
Başka bir âyette de kesin bilgisi olmayanlara hitaben: ‘Siz bilginiz olan şey üzerine tartışanlarsınız. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? (Âl-i İmran/66) buyrulur.
Çetinoğlu: ‘İlim’den maksat yalnızca dinle ilgili bilgiler midir?
Ecer: İlimden maksat sadece dinle ilgili bilgiler değildir. Kur'ân-ı Kerimde, insanların dünyalarına, ahiretlerine, bedenlerine ruhlarına, insanlara fayda sağlayan her türlü ilmi öğrenmeleri ve öğrendiklerini uygulamaları istenir. Zihin ve tabiat ilimleri ile dinî ve ruhî ilimlerin hepsi insanların yararına kullanılmalıdır. Peygamberimizin arkadaşlarından Abdullah İbn Abbas: ‘İlim sayılamayacak kadar çoktur. Onların içinden en iyisini, en faydalısını alınız.’ demek suretiyle insanların faydalı gördüklerini tavsiye eder. Tarihimizin yükselme devirlerinde atalarımız, daima ilme ve âlimlere değer vermişlerdir Her camiin yanma bir okul, bir üniversite açmışlardır. Milletimizin kurtarıcısı ve devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de ‘Hayatta en hakikî mürşid ilimdir.’ vecizesiyle ilmin önemine işaret etmiştir.
Sonuç olarak, İslâm Dini her türlü ilim dışı görüşün, hurafenin, sapıklığın, bâtıl inanışların karşısındadır. İlme dayanır, ilmi teşvik eder, her türlü yararlı ilme açıktır.
Çetinoğlu: İslam Dini’nin, ilme önem vermesinin dışındaki diğer belirgin özellikleri nelerdir?
Ecer: İslâm Dini ve bu dinin ana kitabı Kur'ân-ı Kerim insanları düşünmeye, muhakeme etmeye, başka deyimle aklını kullanmaya çağırır.
Akıl, kelime olarak zararlı hareketlerden meneden şeydir. Sözlüklerin ve ansiklopedilerin verdikleri ortak bilgilere göre akıl, insanın bilme, düşünme, tedbir alma gücü ve iyiyi kötüden ayırma, gerçek ve doğru bilgiye ulaşma yetisi / kabiliyetidir. Akıl insanları ilme ve gerçek bilgiye ulaştırır. İslâm bilginlerinden Gazzalî, akıl için, ‘Her türlü hastalıklardan uzak sağlam bir göz’ ifadesini kullanır. Akıl, bilimin aracıdır ve Allah'ın kullarını diğer yaratıklardan üstün kıldığı şeydir. İnsanoğlu, akılla gerçek hakikate, doğruya, ilme koşar, dünya hayatını aklıyla düzenler.
Böylesine önemli bir konuda mukaddes kitabımız ve Yüce Dinimizde çok açık ifadeler bulmamız mümkündür. Kur'ân-ı Kerim, aklını kullanmayan kimseleri sağır, dilsiz ve kör olarak nitelendirmiştir. Çünkü aklını kullanmayan insan iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, yanlışı-doğruyu birbirinden ayıramayan, inancını ve tercihini izah edemeyen inatçı, körü körüne inkârcı kişilerdir. Bunlar için Kur'ân-ı Kerimde Bakara suresinin 171. âyetinde Yüce Tanrı şöyle buyurur: ‘İnkâr edenlerin durumu, çağırma ve bağırmadan başkasını duymayarak haykıran gibidir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akledemezler.
Çetinoğlu: İslam, insanlara aklını kullanmayı emrediyor. Ebu Cehil de aklını kullanıyordu, Hz. Ömer de… Biri, adı üstünde câhil idi. Diğeri ‘Faruk’ sıfatına sâhipti. Bilindiği gibi faruk; ‘haklıyı haksızdan tan olarak ayırt edebilen kimse’ demektir. Faruk sıfatına layık olabilmesi için insanoğlunun aklını nasıl kullanması gerekiyor?  
Ecer: Kur'ân’ın bizzat kendisi, düşünülmek, akledilmek, anlaşılmak üzere inmiştir. Sâd Suresi 29. âyette Tanrımız; Peygamberimize hitaben şöyle buyurur: ‘Ey Muhammed! Sana indirdiğimiz kitab mübarektir. Âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar.’
Kur'ân’ın düşünülmesi, Kur'ân’dan öğüt alınması O’nu anlamakla mümkündür. Peygamberimizin bulunduğu, yaşadığı toplumun diliyle Kur'ân’ın geliş sebebi de Kur'ân’ın anlaşılması ve düşünülmesidir.
Demektir ki, insanın aklını kullanması için düşünmesi gerekir.
Çetinoğlu: Allah Zülcelal Hazretlerinin, insanoğlunu düşünmeyi emreden âyetlerinden birkaçının mealini lütfeder misiniz Hocam?
Ecer: Kur'ân, aklı kullanmak için insanların, gözlerini çevrelerine, tabiata, tabiattaki olaylara,  önce yaşamış milletlerin davranışlarına çevirmelerini ister. İnsanların tabiat olaylarını düşünerek Allah'ın varlığı, birliği, yüceliğini bulmalarını sağlamak için Kur'ân’da bazı örnekler verilir.
Bu konuda bir-ki âyet örneği verelim. Bakara Suresi 164. âyette; İnanmayan ve aklını kullanmayanlara hitaben Yüce Tanrımız şöyle buyurur:  ‘Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.’
Başka âyetlerde ise şu buyruklara rastlıyoruz: ‘Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağlarına nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? (Gaşiye-2)
‘Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları olan Peygamberde delilliğin eseri yoktur. O ancak açıkça uyaran bir kimsedir. Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? Bundan sonra hangi söze inanacaklar?’ (A'raf - 184 -185)
Çetinhoğlu: Allah (cc) insanlara birçok yükümlülükler veriyor. Yükümlülük verilmesini sebebi nedir?
Ecer: Her dinde olduğu gibi İslâm dininde de emir ve yasaklar vardır. İslâm dininin bu emir ve yasakları insanların ve insanlığın mutluluğuna, refahına, birlik ve beraberliğine, doğruya, güzele ve iyiye yöneliktir. Allah ve Peygamberi, önce insanları tek bir Tanrı'ya inanmaya çağırır. Her şeye gücü yeten, her şeyin sahibi, Yüceler Yücesi Tanrıya inanan insan,   hiç kimseden korkmaz, imanı ve vicdanı hür, hakkını hukukunu şerefle koruma cesâretini taşıyan kişidir. Çünkü inandığı, güvendiği Yüceler Yücesi bir Allah vardır ve gene inanır ki bu yüce Allah, kendinin yardımcısıdır, haklının hakkını er geç verecektir.
Bu yükümlülükler; Allah'a inananların ruh ve bedenlerini eğiterek onlara bazı alışkanlıklar kazandırmak için verilmiştir. Allah, bu hususta toplum ve insan ruhunu olgunlaştırmak insanlardan beklenilen en iyi ahlâkî davranışa kolaylıkla yöneltebilmek maksadıyla ibâdetleri farz kılmıştır. Allah inancını, kalbine ve kafasına yerleştiren insanın, gene Allah'ın gösterdiği maksadı tahakkuk ettirebilmesi ve ona uyabilmesi için ibâdet etmesi lâzımdır. İbâdet, kul anlamındaki Arapça ‘abd’ kelimesinden gelir, ‘kulluk’ demektir. Kulluk, Allah'ın isteklerine uygun biçimde davranmak, yasaklarından kaçınmak, buyruklarını yerine getirmek, öğütlerini tutmaktır. İslâm’da ibâdetler, insandaki hür irâdeyi geliştirir. Allah'ın buyruklarını bilerek, duyarak yapmak; yasakladığı şeylerden kendini bilerek uzak tutmak suretiyle insan, irâdesini terbiye eder. Böyle bir irâdeyle insan, tabiatın ve cemiyetin çetin ve sert olaylarına ve kanunlarına karşı dayanma ve mücâdele gücü kazanır. Namaz, hac, oruç, zekât ve buna benzer ibâdetler insanın ruhunu arıtır, yüceltir, iyiliğe yöneltir, kötülüklerden uzaklaştırır. İnsanı Allah'la baş-başa bırakmak, Allah'ı hatırlatmak suretiyle dürüst ve ahlâklı olmasını sağlar.
Çetinoğlu: İbâdetlerin amaç mı araç mı olduğu konusundaki düşünceleri netleşmemiş kişiler var. Konuya açıklık getirir misiniz?
Ecer: İbâdetler araçtır, vasıtadır. Amaç değildir. Yapılan ibâdetler olgunluğa, düzene, haktanırlığa ve ahlâkî davranışlara götürülmeli, başka deyişle İslâm’ın amacı olan özel davranış, alışkanlık ve âdetler oluşturmalıdır. İnsanı ahlâkî amaçlara yöneltmeyen ibâdetler, gerçek ibâdet ruhunu kaybetmiş, özsüz, amaçsız, bilinçsiz şeklî bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Bu durumda, araç olan ibâdetler amaç olmuş olur. Peygamberimiz dinin, insanları ahlâkî davranışlara yönelttiğini şu buyruklarla işaret eder:
‘Ben iyi ahlâkı tamamlamak için görevlendirildim.’ ‘İslâm iyi ahlâktan ibarettir.’ ‘İnsanlar içinde ahlâkça en iyi olanlar, dince de en iyi olanlardır.’ ‘Güvenilmeyen kimsenin imanı yoktur, sözünde durmayanın da dini yoktur.’ ‘Güneş karları nasıl eritirse, güzel ahlâk da, günahları öyle eritir. Tanrı katında kötü ahlâktan daha büyük günah yoktur. Çünkü kötü ahlâk sahibi, bir günahtan ötekine düşer.’
Çetinoğlu: Hocam, mesajınız çok net. Daha netleştirmek için; ‘Nasıl ibâdet edilmeli’ şeklindeki bir soruyu da cevaplandırır mısınız?
Ecer: Bazılarımızın yaptıkları gibi gösteriş olsun diye, başkaları ‘ibâdet ediyor’ desin diye şeklen kılınan namaz, tutulan oruç ahlâkımızda değişme, davranışlarımızda iyileşme yapmayacaktır, maksada götürmeyecektir. Yüce Tanrımız Mâ'un Suresi 4. ve 5. âyetlerde; ‘Vay o namaz kılanların hâline ki: Onlar kıldıkları namazdan habersizdirler, onlar gösteriş yaparlar.’ buyurarak namazın dış görünüşlerine uyan, şeklini yapmakla ibâdet ettiğini sananları azarlar. Gene aynı sûrenin 2. âyetinde Allah; ‘Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü? İşte o, öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimsedir.’ Şeklindeki buyruğuyla, topluma iyilik görevini yapmayanın dini yalanladığına işaret buyurur. Bu durumda, ibâdetlerin şeklî yönlerini yapmakla Allaha kulluk ettiklerini zannedip, İslâm’ın ahlâkî davranışlarından mahrum olanlar, muhtekirler, haksızlık, edenler, fitne çıkaranlar, asılsız dedikodu yapanlar, iftira edenler, kanun ve törelere karşı gelenler gerçek dindar değildirler. Çünkü dindarlıkla ahlâksızlık, kullukla ahlâksızlık bir arada olamaz. İbâdetin, yani Allah'a kulluğun içinde, İslâm’ın beş şartını anlayarak, amacına uygun bir biçimde, şartlarına uyarak yerine getirmek vardır. Ama bu, yeterli değildir. Allah'ı memnun etmek için insanlara ve insanlık yararına yapılacak birçok şeyler vardır ve ibâdet onların da yerine getirilmesiyle tamamlanmış olur. Topluma yararlı olmak, ilim ve sanat öğrenmek, temizlik, ailesi için kazanmak, iyilik etmek, vatanı korumak, devleti güçlü kılmak için vergi vermek, askerlik yapmak, adaleti ve iyi ahlâkı yaymak... gibi şeyler de ibâdetlere denk emirlerdir.
Çetinoğlu: İbâdet ile ilgili mesajlarınızı da lütfeder misiniz?
Ecer: İbâdet, yani kulluk, kişinin Allah'a ve insanlara karşı olan ödevlerinin tamamıdır. İslâm’ın hedefi insanın ve insanlığın mutluluğudur. Bu sebeple Müslüman, iftira, yalan, mala, cana, namusa el ve dil uzatmayacak, zulüm, haksızlık, gibi kötü şeylerden uzaklaşacak; faydalı, hoşgörülü, ahlâklı, güler yüzlü, iyi insan olacaktır. İlim ve sanatla uğraşmayı, askerliği, geçimini sağlamak için çalışmayı ibâdet sayan, başkalarına ilim öğretmeyi en iyi sadaka sayan dinin mensubu olarak ibâdetin, tüm insanlık kuralları olduğu inancında lmamız gerekmektedir. Dinimizin ibâdetlerindeki ahlâkî maksatları katiyyen unutmamalı, gerçek dindarın akrabalara, büyüklere, yasaklara saygılı, küçüklere şefkat duyan iyi insan, iyi yurttaş olma şuuru ve eylemi içinde bulunacağını hatırımızdan çıkartmayalım.



Yrd. Doç. Dr. AHMET VEHBİ ECER

8 Ağustos 1934 târihinde Niğde’nin Bor İlçesi’nde doğdu. İlk ve ortaokulu Bor’da okudu. Lise tahsilini Niğde’de tamamladı. 1959 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Vatanî görevini 1960-1961 yıllarında Levazım Teğmeni olarak Borçka’da yaptı.

1962 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde memuriyet hayatı başladı. 1963-1965 yıllarında Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde Meslek Dersleri öğretmenliği ve müdür yardımcılığı yaptı.    

1965-1966 yıllarında Ankara Radyo ile Eğitim Merkezi’nde yazar öğretmen, 1966-1970 yıllarında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü İslâm Mezhepleri Târihi öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görev yaptı. 1970-1971 yıllarında Bakanlıkça inceleme-araştırma yapmak üzere Bağdat’a gönderildi.  1976 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Târihi Kürsüsü’nden doktora diploması aldı. 1982 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslâm Târihi Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1984 yılında Yrd. Doç. Dr. unvanını aldı. Fakülte’de;  İslâm Târihi ve Medeniyeti anabilim dalı başkanı, Din Eğitimi ve Sosyal Bilimler bölüm başkanı oldu. 1993 yılında Araştırma yapmak üzere İngiltere'ye gönderildi. Burada ilmî toplantılara katıldı.

Birçok mahallî, genel ve hakemli dergilerde makaleleri yayınlandı. Hâlen, Kayseri’de elektronik olarak da yayınlanan Erciyes Gazetesi’nde ilmî konularda makaleleri yayınlanıyor. Ayrıca; aylık dergilere makaleler yazmaktadır. Çeşitli yayınevleri tarafından basılmış 30’a yakın eseri bulunmaktadır.

Yrd Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer, İslâm Târihi ve İslâm Mezhepleri Târihi öğretim üyesi olarak çalışmakta iken yaş haddinden emekli olmuştur.