Anayasa değişiklik paketi referandumu öncesinde en fazla dillendirilen konulardan biri, 12 Eylül 1980 ihtilali ile hesaplaşmaktı. Bilhassa o dönemi yaşamış olan ülkücülerin ve solcuların nezdinde bu konu, zalimce haksızlıkların açtığı yaraların sarılması açısından çok önem taşıyordu. Hâlen de öyledir. İhtilalcilerin yargılanması, vicdanen en çok arzulanan bir uygulama olsa da hukuken mümkün olup olmayacağı, o zamandan beri tartışılan bir problemdir. * * * Bir yanda, en ağır ceza olan müebbet için bile zaman aşımı olan otuz yıllık sürenin tam da referandumun yapıldığı gün olan 12 Eylül 2010’da dolmuş olduğu; diğer yanda, eski anayasa metnine göre yargılamadan zaten muaf olmalarından dolayı zaman aşımı süresinin yeni başladığı iddiaları. Bahsedilen muafiyetle ilgili olarak bir yanda, o muafiyeti sağlayan Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla muafiyetin de kalktığı yönündeki; diğer yanda, YARSAV Başkanınca ifade edilen, Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla yargılamanın alakası olmayacağı yönündeki yaklaşımlar. Bir yanda, eski savcılardan Sacit Kayasu’nun tartışmalı zaman aşımı süresi henüz dolmadan Kenan Evren hakkında idam talebiyle dava açmış olması; diğer yandan, o girişimi yüzünden meslekten atılan Kayasu’nun AİHM’de açtığı davayı kazanmış olmasına rağmen, yeni bir dava açıp açmamak için AİHM kararının satır aralarını incelemek gerektiğini söylemesi. Bütünüyle bu manzaraya bakıldığında, bu mevzuda herhangi bir şey söylemenin, hukukçulardan birilerinin söylediklerini tekrarlamaktan öte bir anlamı olmayacağı görülmektedir. Ortada mutabık kalınan bir görüş olmadığına göre, bu tartışmanın ne kadar süreceği de neticesi de şimdilik meçhul demektir. Nitekim Adalet Bakanı Sayın Sadullah Ergin de Kenan Evren’in yargılanıp yargılanmayacağı yönündeki bir soruyu, aynı tartışmaları sebep göstererek, “Şu anda ‘yargılanır ya da yargılanmaz’ diyemem.” şeklinde cevaplandırmıştır. Peki, bu durumda ne olacak? Hükümet’in İhtilalle hesaplaşma vadi boşa mı çıkacak? Zalimlerin cezalandırılması mümkün olmayacaksa mazlumlar, çektikleriyle mi kalacak? Yasamanın ve yargının güçleri, o yaraları sarmak için seferber olamayacak mı? * * * Referandum öncesi Tv24’te katıldığım bir programa Ankara’dan bağlanan “eski ülkücü” bir profesör, benim hesaplaşma talebime karşılık, 12 Eylül’den sonra ülkücüler hakkında açılan davanın gösterdiğim iddianamesini kastederek, “O iddianame, sayfalarının sararmasından da anlaşılacağı gibi çok eski. Hapishanede yatanların bir kısmı öldü, hayattakiler de kendi yaralarını sardılar. Artık o dönem unutuldu.” demişti. Aslında durum hiç de o zatın dediği gibi değildir. Hapisten çıkanların önemli bir kısmı, ne o zat gibi akademisyen olabildi ne bir iş kurabildi ne de bir işe girebildi. Daha kötüleri de var. İhtilalden bu yana cezaevlerinde bulunan ülkücüler var. Evet, hapishane şartlarında oluşmuş bazı hadiselerden dolayı infazları yanmış olan bu insanlar, tam otuz yıldır cezaevindeler. Bu sürede değişik tarihlerde çıkarılan bazı şartlı salıverme ve af yasalarından da çeşitli gerekçeler ileri sürülerek yararlandırılmamışlar. MHP eski milletvekillerinden Sayın Orhan Bıçakçıoğlu, BBP Genel Başkanı Sayın Yaşar Topçu ve Genel Başkan Yardımcısı Sayın Remzi Çayır, seslerini ulaştırabildikleri her mercide o ülkücülerin hürriyetlerine kavuşmaları için gayret sarf etmektedirler. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ve Ak Parti milletvekili Sayın Zafer Üskül de konunun ilgileri dâhilinde olduğunu söylemiştir. Bu ümitlendirici yaklaşımlar, daha fazla geniş zamana yayılmadan acil olarak neticelendirilmelidir. Ayrıca o insanların, yirmili yaşlarda cezaevine düştüklerini kabullenirsek, bugün ellili yaşlarda olduğunu anlarız ki, bu durumda hürriyete kavuşmaları hâlinde işle alakalı sıkıntıları olacağını da düşünmek icap edecektir. O hâlde Devlet, iş için de kendilerine yardımcı olmalıdır. Peki, hapishaneden kurtulmaları için uygulanacak metot ne olmalıdır? * * * Aslında ihtilal ve öncesindeki sıkıyönetim dönemlerinde mağdur duruma düşenler sadece siyasîler değildir. O dönemlerde askerî makamlar ile emniyet makamları koordineli çalıştıkları için aynı mağduriyet, her türlü suçtan takibe alınanlar için söz konusudur. Bilindiği ve son zamanlarda birçoklarınca tüm dehşet vericiliği ile anlatıldığı gibi, işkence o zamanların en çok başvurulan sorgulama metodu olmuştur. Böylece gerçek suçluların yanı sıra çok sayıda masum insan da hakkında yapılan suçlamaları kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu durum dikkate alındığında, sıkıyönetim başlangıcından tekrar demokratik yönetime geçilinceye kadarki zaman sürecinde, isnat edilen suç ne olursa olsun gözaltına alınıp yargıya havale edilen bütün hüküm giymişlerin cezalarının, bütün neticeleriyle birlikte af edilmesi gerekir. Bu insanlar, verilen cezaları zaten çekmiş oldukları için, gerçek suçluların salıverilmesi gibi bir eleştiri de söz konusu olamaz. Böylece “hesaplaşma” da çok daha geniş kitleleri ilgilendirecek şekilde yapılmış olur.