“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün beli kırılıncaya kadar), hiçbir Peygamber’e esirleri bulunması yaraşmaz. Siz gerçi dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” 

“Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlakâ büyük bir azap dokunurdu.” (Enfâl 8/67, 68) 

(Müfessirlere göre, âyette geçen ve hüküm ma’na’sına gelen “kitap”tan maksad, içtihadda hata eden müçtehide azap edilmeyeceği hükmüdür). 

Âyeti Kerime’nin nüzûl sebebi rivayetlere göre şöyledir. 

Aralarında Peygamber’imizin amcası, Abbas İbn-i Abdülmuttalîp, amcazâdesi, Akîl İbn-i Ebî Tâlip, (Hazreti Ali’nin kardeşi) ve Peygamber’imizin damadı, Ebu’l-As’ın da bulunduğu, 70 kişilik Bedir Esirleri (Üserâ-i Bedr), Huzur-u Resûlullah’a getirildiğinde, esirlere nasıl muamele edileceğine dâir, geçmişte herhangi bir uygulama yoktu. Bu hususta, herhangi bir vahiy, indirilmiş herhangi bir ayet de yoktu. İslâm Tarihinde ilk def’a, bir gazâ’da esirler alınmıştı. 

Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem, Ashâbı’yla istişâre etti; Hazreti Ebû Bekr es-Sıddîk radiya’llâhu anh. 

“Ey Allah’ın Resûlü, bunlardan ba’zıları, senin kavminden, ehlinden ve onların ileri gelenlerindendirler. İnşâ Allah! Allah onların tevbe’lerini kabûl eder. Onlardan belli bir miktar fidye al, (mâlî bakımından ashabın kuvvetlensin). Hazreti Ömer radiya’llâhu anh. “Bunlar, seni yalanladılar, Vatanından (Mekke’den) çıkardılar. Onları öne çıkar ve boyunlarını vur. Çünkü bunlar, küfrün öncüleridirler. Şüphesiz Allah onların ödeyeceği fidye’den daha fazlasını sana ihsan edecek ve onların fidyelerinden seni müstağnî kılacaktır. 

Hazreti Ali Kerreme’llâhu Vechehû Efendimiz: Bunlar, küfrün öncüleri, Allah’ın ve Resûlü’nün düşmanlarıdır, boyunlarını vuralım,” dedi. 

Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

- “Allah, ba’zı, erkeklerin kalbini yumuşatır da kalp’leri sütten daha yumuşak hâle gelir. Ba’zılarının kalp’lerini de, öylesine katılaştırır ki, taş’tan daha katı hale gelir.” buyurduktan sonra: 

Ebû Bekr’in kalbi, İbrahim aleyhisselâm’a benzer. İbrahim aleyhisselâm, “Çünkü onlar (putlar) insanlardan pek çoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim, kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten bağışlayan, pek esirgeyensin.” (İbrahim 14/36) buyurmuştu.

Yine Ebû Bekr, Haz.İsâ’ya benzemektedir. Zirâ İsâ aleyhisselâm da: 

- “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin” dedi. (Mâide 5/118) demişti. 

Hazreti Ömer ise: Nuh aleyhisselâm ile, Musâ aleyhisselâm’a benzemektedir: Nuh aleyhisselâm: “Nuh; “Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!” (Nuh 71/26). 

Musâ aleyhisselâm ise: “Mûsa dedi ki; Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında ziynet ve nîce mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu ni’metleri), insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver (ki iman etsinler).” (Yûnus 10/88) 

Resûl-i Ekrem istişâre neticesinde Haz.Ebû Bekr’in fikrini uygun bulmuş, Hazreti Ömer’e “Ey Ebâ Hafs!” Sen bana, Abbas’ın katlini (boynunun vurulmasın), teklif ediyorsun, bunun üzerine Haz.Ömer, “Ömer’e yazıklar olsun, ki annesini, aslını helâk etmiştir.” dedi. 

Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

- Esirlerden hiçbirisini serbest bırakmayınız; ya fidye alınız, ya da, boyunlarını vurunuz! buyurdu. Bu arada, Abdullah İbn-i Mes’ûd, esirler arasında bulunan, Üsheyl bin Beyzâ’nın İslâm’ı zikrettiğini işittim, onun boynu vurulmasın! dedim, Resûlullah sükût buyurdular, boynunun vurulacağından korktum. Sonra Resûlullah, “Üsheyl bin Beyzâ’dan başkalarını,” buyurdu da, rahatladım,” demiştir. 

Resûlullah Ashabı’na, “Takdîr artık sizin, ister boyunlarını vurun, ister fidye alarak serbest bırakın.” buyurmuştur. 

Ashab-ı Güzîn, “Ey Allah’ın Resûlü! Biz, esirlerden fidye alıp Uhud için hazırlanacağız,” dediler. Aralarında, her bir esirden, 20 Evkıye, Abbas İbn-i Abdülmuttalîp’ten, 40 Evkıye almayı kararlaştırdılar. Bir Evkıye 46 dirhemdir. 

Esir’ler arasında bulunan Abbas İbn-i Abdülmuttalîp’in üzerinden Yirmi Okıyye altın çıkmıştı ki, bir Okıyye’nin kırk dirhem olduğu dikkate alındığında üzerinde sekiz yüz dirhem altın vardı demektir. Bedr’e gelen Kureyş ordusunun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı taahhüd eden on kişiden birisiydi, bu miktar para onun için üzerindeydi. 

Peygamber’imiz, bu altınlardan, kendi fidyesinin mahsûp edilmesini, ayrıca, iki kardeş, amcazâde’lerim, Akîl İbn-i Ebî Tâlip ve Nevfel İbn-i Hâris’in fidye’lerinin de kendisinden alınmasını teklif etti. Bunun üzerine, Abbas İbn-i Abdülmuttalîp, “Ben aslında Müslüman olmuştum; beni Bedr’e gelmem hususunda Kureyş ikrah ettiler. Yâ Muhammed! Bu teklif ile beni Kureyş’ten dilenecek bir halde bırakıyorsun. 

Aleyhissalâtü Vesselâm da buyurdu ki, “Ey Amcam! Dediğin doğru ise, Allah sana ecrini verir, lâkin, Zâhirî emir, (görünüş) aleyhinizedir. Dilenmekten bahsediyorsun, hani, Mekke’den çıkmak üzereyken, Zevcen, (eşin), Ümmülfadl’e teslim ettiğin ve ederken de, “Başımıza ne musibet geleceğini bilmem, şâyed benim başıma bir şey gelirse, bu senin, Abdullah’ın, Ubeydullah’ın ve Fadl’ındır,” dediğin altınlar nerede? 

- Abbas, nereden biliyorsun? dedi. 

- Peygamber: “Rabbim haber verdi,” buyurdu. Bunun üzerine, Abbas Şehâdet getirdi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Sen Sadıksın, Vallâhi bunu Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Ben onu gece karanlığında teslim etmiştim. Allah biliyor ki, ben senin nübüvvetinden de şüphe ediyordum. Şimdi mâdem ki, bunu haber verdin artık hiç şüphem kalmadı,” dedi. 

Daha sonra Abbas, bu âyet-i Kerime’ye işâretle, “Allah bana o altınların yerine daha hayırlısını verdi. Ayrıca Resûl-i Ekrem, bana Zemzemi, Zemzeme hizmet şerefini verdi. Bu hizmetin mukabilinde bana, Mekke’nin bütün mallarını verseler kabûl etmem. Bundan böyle ben sadece Rabbi’min mağfiretine muntazırım,” demiştir. 

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.” 

“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 5/90, 91) 

“Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar “İhtiyaç fazlasını” de. Allah size, ayetleri böyle açıklar ki, düşünesiniz.” (Bakara 2/219) 

(Şarap haramdır. Şarabın haram olması onun hiçbir faydasının olmamasını gerektirmez. Zararı faydasından çok olduğu için haram kılınmıştır. Kumarda da kazanan taraf için zâhirî bir fayda görülürse de, kaybeden taraf için büyük bir zarar vardır. Onun için kumar oynamak da haram kılınmıştır.) 

“Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da, aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.” (Nahl 16/67) Bu ayeti Kerime Mekke’de nazil olmuştu. İçki henüz haram kılınmadığı için Müslümanlar da içki içiyordular. Hazreti Ömer radiya’llâhu anh, Muaz bin Cebel ve Sahabe’den bir bölümü, “Ey Allah’ın Resûlü! Aklımızı ve malımızı alan hamr (içki) hakkında bize bir fetva ver!” dediklerinde, Yukarıda Meâl-i Âlisini verdiğimiz, Bakara Suresinin, 2/219 âyeti Kerimesi nazil olmuştur. 

Bu ayeti Kerime nazil olduktan sonra, Ashab-ı Kirâm’dan ba’zıları, içkiyi terk ettiler, diğer ba’zıları da içkiye devam ettiler. 

Abdurrahman İbn-i Avf radiya’llâhu anh, dostlarından ba’zılarını ziyâfete da’vet etmişti. İçki içtiler, sarhoş oldular. Ba’zıları, namaza durdular. Namaz esnasında, kıraatte, Fâtiha’dan sonra, Kâfirûn Suresini okudular. Fakat sarhoş oldukları için, “Kûl Yâ Eyyühe’L-Kâfirîrune (Ey kafirler) Lâ A’budü Mâ Ta’büdûn,” (sizin taptıklarınıza asla tapmam) demeleri gerekirken, “Lâ” Nefy-i İstikbâl edatını okumadıkları için, “A’budü Nâ Ta’budün,” (ben sizin taptıklarınıza taparım) tarzında okudukları için, bu sefer, Nisâ Sûresi’nin, 

“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken –ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de – yolcu olan müstesnâ, gusül edinceye kadar namaza durmayın.” Meâlindeki 43.Âyeti Kerimesi nâzil oldu. Bu âyet nâzil olduktan sonra ashabın çocuğu, “mâdem ki, namaz kılarken yasaklanmıştır, öyleyse faydalı bir şey değildir,” diyerek, içkiyi bırakmış ise de, az bir grup içmeye devam etmişti. 

Sonra, Ensâr’dan, aralarında Sa’d bin Ebî Vakkas’ın da bulunduğu bir topluluk, yemek yediler, içki de içtiler, sarhoş olunca, her birinde, Cahiliyye devri tefâhuru (böbürlenmesi) tezâhür etti. Aralarında şiir’ler inşâd ediyorlardı. Sa’d bin Ebî Vakkas, Ensârı hicv’eden bir şiir inşâd etti. Bir ensârî kendisine devenin çene kemiği ile vurdu da, kafatasını yarmıştı. 

Sa’d bin Ebî Vakkas Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’e şikayette bulunmuştu. Hazreti Ömer radiya’llâhu anh, “Allahım! Hamr (içki) hakkında, merakımızı giderecek, derdimize şifa olacak bir beyanda bulun,” diye iltica etti de, bunun üzerine, Mâide Sûresinin (5/90, 91) âyeti Kerimeleri nâzil oldu. 

“Ey iman edenler! İçki (şarap), kumar, dikili taşlar (putlar), şans ve fal okları, birer şeytan işi pisliktir.-Artık vazgeçtiniz değil mi?” Hazreti Ömer radiya’llâhu anh, “Evet! Vazgeçtik, (son verdik) Allahım!... 

Anlaşılacağı üzere, hamr’in (içkinin), haram kılınması muayyen bir tertîp ve tedricî olarak vuku bulmuştur. Zirâ, ilk önce, Mekke döneminde, “Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edersiniz,” Meâlindeki, Nahl Suresinin (16/67) âyeti Kerimesi, ikinci olarak, “Sana şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; İkisinde de büyük bir günah vardır.” Meâlindeki, Bakara Suresi, (2/129) âyeti Kerimesi. Üçüncü olarak, “Ey iman edenler! Siz sarhoş iken –ne söylediğinizi bilinceye kadar-namaza durmayın,” Meâlindeki, Nisâ Suresinin, 43.âyeti Kerimesi. Ve nihâyet, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, birer şeytan işi pisliktir-artık vazgeçtiniz değil mi?” Meâlindeki Mâide Suresi (5/90, 91) âyetleri nâzil olmuş, içki ve kumar kat’î olarak yasaklanmıştır. 

Araplar (Kureyş), içki ile o kadar haşır-neşir idi ki, neş’eli olduklarında dertli olduklarında içkiye sarılırdılar. Arpa’dan, buğdaydan, üzümden, hurma’dan ve bal’dan içki üretiyorlar, yoğun olarak ticaretini yapıyorlardı. Bir emirle def’aten yasaklanmış olsaydı, bırakmaları çok zor olurdu. Önce indirilen üç âyetle zımnen ve dördüncü âyetle kat’î olarak yasaklanmıştır. Tebliğ’de, tedricin ne kadar ehemmiyyetli olduğunun gösterilmesi bakımından şâyan-i hayret ve dikkat âyetlerdir...