Babam İstanbul’dan döndükten sonra köyde yaşamaktansa Konya’ya taşınmayı yeğlediğinde ve Cozur emminin kamyonu bir Ramazan günü eşyalarımızla bizi Şeker Murat Mahallesinin Hazani Sokağına getirdiğinde hepimiz için adeta yepyeni bir dünyanın kapısı açılmıştı. Kuzularımız, koyunlarımız yoktu artık. Evimizin karşısındaki emme basma tulumba da, iki kız kardeşimizin mezarı gibi ardımızda kalmıştı.

İki katlı ahşap evin kapısı küçük bir avluya açılıyordu. Ev sahibimiz ömrünün son deminde iki büklüm olmuş Müslüme anaydı. Sokağın bittiği yerden sağa ve sola iki sokak başlardı. Sağ yanda Asiye ablanın, Gözlüklü dayının, Fatma ablanın, Fati ve Gülşen ablalar ile Erdoğan abinin evleri vardı. Aynı avludaki diğer ev nam-ı diğer Bankacı Mustafa Bal ağabeyindi. Hanımlar örtmenin altında dantel, kaneviçe, yazma kenarı işlerken İrfan bütün enerjisiyle bahçenin altını üstüne getiren deparlar atardı. Sonraki yıllarda “İrfan’dan iyi bir yüz metre koşucusu olurdu” dediğim de olmuştu da o müzisyen olmayı seçti.

Hazani Sokak’ın girişinde sağ yanda babamın terzi dükkânı vardı. Mesleği İstanbul’da edinmişti. Tuğrul ya da Turgut’la oynayamadığımız zamanlarda soluğu dükkânımızın önündeki kumlukta alırdım. Dükkân komşularımızdan biri Kofal Bakkaliyesi Ali emmi, diğeri nam-ı diğer Şenol Berberi, babamın kupon ve fasikül toplayıcısı köylümüz Hasan Çelik’ti; ömrü erken yaşta tamama erdi.

O yıllarda benim üç tekerlekli bir bisikletim olmuştu. Sokakta belki de tek bisiklet benimdi. Bir gün bisiklet sürdüğümüz sırada Tuğrul arkamızdan gelen taksiyi son anda fark edip beni yol ortasında bırakarak kenara kaçmıştı da sarı arabanın önünde kalakalmıştım. Neyse ki şoför dikkatli adammış da bastı frene ve kadınların feryatları arasında annem gelip çekti beni kenara.

Hazani Sokak’ta oynadığımız bir başka gün de ağzımda, sonraki neslin akide şekeri dediği sorma şeker vardı. Her nasılsa boğazıma takıldı ve nefessiz kaldım. Kimseden yardım isteyecek mecalim kalmamıştı da yol kenarında kadınlarla oturan annem fark etmiş boğulmakta olduğumu, parmağıyla şekeri çıkarmaya çalışırken son bir hamle ile içeri doğru iteklediğinde sanki sokaktaki bütün oksijen ciğerlerime dolmuş; bu da hazanın kıyısından ikinci dönüşüm olmuştu.

Birkaç zaman sonra babam meşhur Sekiz Köşe Camiin karşısında ‘çukur’ diye anılan yerdeki dükkânlardan birine taşındı. Orası da yakındı, benim için gidip gelmek sorun olmadı. Üstelik önündeki alan oyun için daha genişti. Hem yan sokakta Hafız oduncu Nasıf emmimiz ile Fatma yengemizin evi de vardı. O yıllar bütün aile bir aradaydı; Mustafa, Mehmet ve Muammer ağabeyler, Meryem ve Zeynep’ler… 

Sekiz köşeden iki yol ayrılırdı, sağ yana giden Tekke mahallesine, soldan giden ise Akyokuş’a uzanırdı. Fabrika kapısına doğru bir yer “Gâvurun Semti” diye anılırdı. Burası Konya’da kalan son Ermenilerden Panos-Kirkor Özararat kardeşlerin muhitiydi. O yıllarda tanışamasak da oğulları Varujan ağabeyle yıllar sonra Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesindeki görevinden istifa edip özel muayenehane işlettiği yıllarda, Paris’te ölen annesini defnetmek üzere Konya’ya geldiğinde tanışacak ve saatlerce eski yılları konuşacaktık. 

Ömrümde ilk trafik kazasını Sekiz Köşe’nin orada seyretmiştim. Dönel kavşaktan çarşı istikametine yönelmekte olan sarı taksi, Akyokuş yönünden gelmekte olan; babamın triportör, halkın Arçelik ya da kaptıkaçtı dediği üç tekerlekli vasıtanın önüne çıkıvermişti. Önce bir çatırtı koptu, sonra kaptıkaçtı havaya uçup bir gürültüyle yere çakıldı. Henüz filmin ne olduğunu bilmiyordum ama film setinde gibiydim. Zaten çarşı ne yanda ve ne demek onu da bilmiyordum. Düşerken Arçelik resmen ikiyi bölündü, meğer bir parçası yolcu kabinini gölgeleyen sac imiş. Neyse ki içinde yolcu yoktu ve şoför üstü açılan vasıtadan yara almadan çıkmıştı. Henüz haberciliğin beş N bir K kuralarından bihaberdim ve o hadiseden aklımda kalan bunlardan ibaretti.

Bir gün babam dükkânı kapatıp “Gel bakayım” diyerek beni de yanına aldı ve dolmuş durağına gittik. Peki, biz de bir taksiye çarpar mıydık acaba? Ya uçarsak havaya, çakılırsak yere o kaptıkaçtı gibi! Biz de yaralanmadan çıkar mıydık içinden?

Endişeye gerek yokmuş, her kaptıkaçtı kaza yapmayabilirmiş.

Off burada ne çok Arçelik var, hem şu ihtişamlı bina da ne acaba? Okuma yazmam da yok ki kapsındaki yazıyı okusam. Sonraları öğrenecektim buranın meşhur Karatay Lisesi olduğunu.

Daracık sokaklardaki avuç içi gibi dükkânların önü panayır yeri gibiydi. Rengârenk elbiselerin, kumaşların arasından geçip genişçe bir dükkâna girdik. Bu adamlar babamı tanıyorlardı da beni ilk defa görünce üzerimden muhabbet geliştiriyorlardı. Babam “Burayı iyi belle, ben levazımatçıya git, dediğimde buraya geleceksin” diye tembih ederken içeridekiler, “Gelir hocam, bulur” diyerek bana güven aşılar gibiydiler. İğne, düğme, iplik, telâ işte ne aldıysak artık, burada işimiz bitmişti. Ve orası meşhur Bedesten idi.

Sonra adını bilmediğim ama enva-i çeşit yiyecek maddelerinin olduğu bir yere vardık. Bu adam da tanıyordu babamı, “Hocam” diyerek karşıladı. Öyle ya; babam salt terzi değil, İstanbul’da medrese tahsili görmüş bir hocaydı. Yıllar sonra bilecektim ki o an Aziziye Camii muhitindeydik ve herhalde merhum Mehmet Erbil’in ticarethanesinden mutfak ihtiyaçlarımızı görmüştük.

Dönüş yolunda “Buyrun, etlekmek, börek, mevlâna, bıçakarası…” diye çığırtkanlık yapan mavi gömlekli adamın davetine mi uyuduk ne; giriverdik içeriye. Masaya değil de, yıllar sonra fasfoodcularda gördüğümüz duvara monteli tezgâhımsı yere oturduk. Benim ayaklarım sandalyeye çıkmak için yetmemişti. Yanımıza gelen adama babam “bir tane birbuçuk, bir tane tek etlekmek” dedi ama adam ağzını doldurarak “bir tek, birbuçuk bol yap” diye bağırdı fırıncıya. Meğer bol dedikleri de etlekmekmiş. Alüminyum tabaktaki parçalardan bir ya da en çok ikisini yediğimi, yanında verilen pürçüğü alınmış taze soğan başına hiç dokunmadığımı hatırlıyorum. Pürçük ne, bilirsiniz değil mi? Bizim oralarda taze soğan ve pırasanın yaprak kısımlarına pürçük, çam ağacının iğne gibi yapraklarına da pürem denir. Neyse, benden artan etlekmeği paket yaptırıp eve götürdük. Bu benim şeklini ve lezzetini ilk defa tattığım Konya’nın meşhur etlekmeğiydi ama mekânın adı ve adresini veremem, çünkü bilmiyorum.

Köyümüzün minibüs şoförü Mehmet abi bazı zamanlar beni çağırır “Şurada dur, bir yere kaybolma, bugün seni köye götüreceğim, Hacca anan havaslamış” derdi. Havaslamak; heveslemek yani özlemek demekti Mülayimce de.

Sadece biz değil köyde kimse bizim babaannemize “nene” demez, diyemezdi. Kanun gibiydi bu; herkes “Hacca ana” demek zorundaydı. Bu yaşta bir çocuk anasından, babasından habersiz 50 kilometre uzaktaki bir köye götürülür müydü? Hacca ana iste4rse götürülürdü. Hem belki babamın haberi oluyormuştur da, anneme karşı yokmuş gibi yapıyormuştur yani!

Ne zor yoldu o! Akyokuş’u tırmanıncaya kadar Ford minibüsün iflahı kesilirdi adeta da Belenbaşı’nı çıkarken “ha durdu, ha duracak” diye ödümüz kopardı. Altınapa baraj inşaatı tamama ermemiş, Değirmenköy henüz bütünüyle su altında kalmamıştı. Bundandır ki bazen bizim minibüs oradan yolcu alır ya da yolcu indirirdi. 

Köyde beni bekleyen hayatın hiç de yabancısı değildim. Hacca ana zaten ön damının ucuna çuğmuş, yol gözlemektedir. Çuğmak, yere eğreti oturmak gibi bir şey demekti. Cami önü indi bindi yeriydi. Sarılma, kucaklama, öpüp koklama faslı bitince samanlığın kıyısındaki dengin ağzı açılır ve cebimize bir avuç buğday doldurulurdu. Bununla ya Çavuş emminin ya da Gabır Alı’nın dükkânına gidip sorma şeker, leblebi şekeri yahut gara üzüm alacağızdır. Bazen de buğday yerine yumurta verirlerdi elimize.

Her iki dükkâncı da hacı karşılar gibi karşılar, koca adamla sohbet edermiş gibi konuşurlardı küçücük benle. Keramet benden menkul değil, babama olan hürmetlerindendi. Kucak dolusu değil, yürek dolusu selam yollarlardı ben giderken ve sıkı sıkı da tembih ederlerdi “Dolmuştan inince Hacca anaya varmadan buraya gel de buğday, yumurta getirme” diye.

İki gün sonra şafak vakti yol hazırlığı ben uyanmadan yapılır ve yolcu edilirdim, hacı uğurlanır gibi. Şosede ardımızdan kalkan toz bulutu ne zaman sönerdi bilmem de, şu dağdan inen suyu kim yola çevirip çamur eder ve saplanan arabayı traktörüyle kurtarmak için bir tomar para isterdi acaba?

Sonra Hazani Sokak’tan tren yolu boyunda, Petrol Ofisi deposuna yakın kerpiç eve taşındık. Ev sahibi Türüt dede ile hanımı da aynı bahçedeki diğer evde yaşıyordu. Burada bir kız kardeşimiz daha dünyaya gelmekteydi ki “Ölü doğum” dediler. Yaşasaydı muhtemel ki öncekiler gibi onun da adı Meryem olacaktı ama bu dünyadan alacağı nefes yokmuş, Musalla’ya götürdüler. Annem ne çok ağlamıştı ardından ve teselli etmek için ne de çok dil dökmüştü kadınlar.

Sonra bir gün babam taksici Mehmet ağayı çağırdı, yetmeyince bir de Arçelik çevirdi. Şeker Murat’taki cümle akraba ile doluştuk ve bir bilinmeze doğru yürüdük. Meğer o bilinmez dediğim yer Kovanağzı imiş. Nam-ı diğer gözlüklü dayı başta olmak üzere hanımlar “Size ev yapmaya gidiyoruz Mustavali” diyorlardı. “Niye, bizim evimiz var ya?” desem de her biri kısa ve anlaşılır cevaptan ziyade beni “geveletecek” şeyler söylüyordu. “Etrafı bomboş, tilkiler, canavarlar cirit atar orada. Aman seni de kapıvermesinler!”

Gülüşmeler vaveyla kıvamında…

Hakikaten, hal ehli baksa top oynayan inleri cinleri görürdü belki de; burada ev mi olur? Konu yok, komşu yok. Hem Turgut’la Tuğrul’lar ne olacak, onlar da gelecek mi buraya?

-Nöğürecen onları hay gidi, bomboş tarla işte, gabırtla gabırtlayabildiğin kadar!

Yazının bittiğine bakmayın, hikâye yeni başlıyor.