Dağların zirvelerinde açan bir çiçekti. Adı kardelen, hercai, nergis veya sümbüldü. Ne fark ederdi nasıl hitap edildiği, çiçeğe göre isimler önemli değildi. Onu özel kılan, karşı konulmaz güzelliği ve sürekli havaya karışan muhteşem rayihasıydı. Taç yaprakları rüzgârla süzülürken o utangaç bir edayla başını toprağa eğerdi. Onu güzel eyleyene teslimdi bir kere...

Tüm meşguliyeti bitkilere, insanlara ve hayvanlara bütün sevgisini sunmaktı. Saf iyi niyetten damıtılmış paha biçilmez bir gönlü vardı. Hayranları tarafından dalından kopartılsa bile hoş görebilirdi. Kendince bağlandığı ve farkında olmadan teslim olduğu feleğe ait kılacaktı bu kelebek misali hayatını. Ömrü yetene kadar güzelliğini ve kokusunu âleme sunmaya devam edecekti. Çiçek kendince karar almıştı; usanmayacaktı, yorulmayacaktı!

Günlerden bir gün, arsız bir diken veba gibi bağlandı çiçeğin vücuduna. Çiçek, “şükrümdür” dedi, asalak sevdalısını kabul etti. Yaprağıyla tuttu dikeni, kucakladı yâr gibi... Hemen sonra diken çiçeğin gövdesini acımasızca sarmaya başladı. Fevri ve umarsızdı, zavallı çiçek ona tüm benliğini cömertçe sundukça diken daha fazlasını istedi. Köklerine dolandı.

Kendine âşık diken, çiçeğin beslendiği toprağı ele geçirdi. Artık güzel çiçek suyunu özgürce içemiyordu. Dikenin yol verdiği miktarda suyla idare etmeye başladı. Dikenin müsaade ettiği ölçüde diğer çiçeklere dokundu masum teniyle. İşin varacağı nokta baştan belliydi...

Cümle varlıkların hayran olduğu çiçek usulca kokusunu kaybediyordu. Zavallıcık kendi hoş kokusunu hiç hissedemiyordu. Artık güzel kokmadığını fark edemiyordu. Sonra yavaş yavaş solmaya başladı. Utangaç pembe yaprakları pastel rengini yitiriyordu. Kuruyordu!

Gözlerinin ışığı bu anlamsız fedakârlıkla sönüyordu. Fakat diken ar etmiyordu. Boğarcasına sarılıp sarmaladığı çiçeği seyrederken keyifleniyordu. Aşağılık benliği ve aşağılanmış egosu dikenlerini sapladıkça coşuyordu. Susuz ve gıdasız kalan sevgilisine baktı:

- Daha dün kibirle süzüyordun beni, şimdiyse sadece bir kölesin!

Çiçek kulaklarını tıkadı önce. Korkuyla “Hayır, hayır beni seven; dallarımı, yapraklarımı kötülüklerden korumaya çalışan yârim, bana bu sözleri söylemez.” Diye iç geçirdi. Belki gelen kötülüğün bile kendisinden olduğunu düşünüyordu. 

Diken durmuyor; sivri oklarını çiçeğin sırtına, gözüne, yüzüne saplıyordu. Oysa saf âşık, tüm gücüyle sarılarak sevgisini, güzelliğini sunmaya çalışıyordu. Ama artık narin bedeninde yara almamış, kanamamış yer kalmamıştı. Üstelik sivri dikenler kalbine de saplanmıştı.

Kalbiydi çiçeğin sevgisini büyüttüğü yer. Kalbiydi çiçeğin umut ektiği yer. Kalbiydi çiçeğin kötülükleri affettiği yer. Kalbinin topraklarında sevgisini, umudunu, güzelliğini besleyeceği alan kalmamıştı. Vücudunu toprak annesine teslim ederken bir başka dünyaya, adalete ve mutlak iyiliğe olan inancını hiç yitirmedi. Sessizce son nefesini aldı, verdi.

Sarmaşık dikeni başka âşıklar bulmak üzere yoluna devam etti. Gün sessizce batmıştı.

-Güzel geçimli olmanın sırrı “gül tabiatında” gizli. Bu yüzden Hz. Mevlana, “ önemli olan gül tabiatlı olabilmektir” der.-

‘Yani bu dünya bahçesinde dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya sert ayaz gibi çileler girse bile onları ilkbahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme çiçek olabilmektir.’

Çiçeğin güzel kokulu olması, onun dikenlere katlanmasıdır. Zira çiçeğin dostu dikendir.

Gaflet dikenini aşmadan ayıklık gülistanına kavuşulamaz. Gözyaşı dikenlerini aşmadan tebessüme varılmaz. Hiçbir güzellik yoktur ki güçlüklerin, çilelerin ardında gizlenmiş olmasın.

Dikensiz çiçek yoktur; ama çiçeksiz pek çok diken vardır.

Sabah güneşle uyanıp, yağmuru selamlayabilmek; yıldızlara göz kırpıp, ayla muhabbet edebilmek; yağmurun, toprağın kokusu ile yoğrula bilmek; her yerde her zaman nazenin çiçek gibi var olabilmektir. ... 

Yani ey dost!

Alışkanlıkları yıkıp, kaktüslere çiçeğin kokusunu neşredip, kargalara dahi aşkı öğretebilmektir!’

Dedim ve sustum.

Hazal Karadağ