Türklerin En Eski Destanı

ULU HAN ATA BİTİKÇİ DESTANI

Türklerin en eski kaynağı olan ‘Ulu Han Ata Bitikci’ye göre; Hakk Te'âlâ Türk beldelerinin yukarı tarafında bir dağ yaratır, bu dağın adı ‘Ulu Kara Tağcı’dır. Öylesine yüksektir ki, etekleri karanlıklar içinde kalmıştır. Bu dağ yaratılmamış olsa, güneşin yakıcılığı nedeniyle yeryüzünde bitki, hayvan ve canlı nâmına hiçbir şey kalmayacaktır.

Bir gün çok şiddetli yağmurlar yağmaya başlar ve her taraf balçıklarla dolar. Bu balçıklar akarak, Ulu Kara Tağcı'nın üzerindeki yüksek bir mağarada toplanır. Bu mağaraya aşağıdan yukarıya doğru uzanan bir yoldan, ancak yedi günlük bir mesâfe aşılarak ulaşılır. Mağaranın türlü cevher ve incilerle süslü, kırmızı altından bir de kapısı vardır. Mağaranın içindeki kayalar yarıktır, yarıkların bâzıları âdetâ insanı hatırlatır, akan çamurlar gelip bu insan şekline benzeyen yarıkları doldururlar. Uzun bir süre sonra çamurlar su ile olgunlaşıp karârını bulur, güneş Saratan burcuna gelir ve ışık saçar, yarıkların içine dolan balçıkları kurutur. Mağaranın içi tıpkı bir kadının rahmi gibidir. Kuruyan balçıkların üzerinde dokuz ay boyunca rüzgârlar eser ve ortaya çıkan insan şeklini kemâle erdirir. Böylece ateş, hava, toprak ve rüzgârdan ibâret olan dört unsur birleşerek bir insan sûreti ortaya çıkar, nihâyetinde canlanır ve hareket etmeye başlar. Onun adı Türk dilinde ‘Ulu Ay Atacı’dır.. Ulu Ay Atacı gökten indirilip suyu berrak ve tatlı, havası lâtif ve serin bir yere konar. Tanrı ona bir eş yaratmayı murâd edince bu kez mağarayı tekrar çamurla doldurur ve aynı şeyler gerçekleşir, güneş Sünbüle burcunda iken sıcağın harâretiyle balçıklar kıvâmını bulur, canlanır ve ortaya bu kez bir kadın çıkar. Ona Türkler ‘Ulu Ay Anacı’ dedikleri gibi; ay gibi beyaz ve güzel yüzlü olduğu için ‘Ay-va’ da derler. Ulu Ay Atacı, Ay-va ile birleşir ve yirmisi erkek, yirmisi dişi kırk çocukları olur. Bunlar çaprazlama eşleştirilirler ve Ulu Ay Atacı'nın sulbünden insan nesli çoğalmaya başlar. Sonunda Ulu Ay Atacı ile Ulu Ay Anacı'nın (Ay-va) ecelleri gelir, her ikisi de ölür ve çocukları tarafından Ulu Kara Tağcı üzerindeki mağaraya defnedilirler. Çocukları mağaranın önüne, onları anımsatan altından birer sûret yaptırır ve etrâfını çiçeklerle donatırlar, artık bütün Türkler kalabalık gruplar hâlinde gelip orayı ziyâret etmeye başlarlar.

Destânı nakleden târihçi-yazar Devadârî hikâyenin devâmında Cibrîl bin Bahtişû'dan nakille Tatarların ilk ataları hakkında da ilgi çekici bilgiler verir. Buna göre Tatar Han'ın ecdâdı ‘Alb Kara Bilicikci’ adında bir kimsedir, ondan ‘Tatar Hân’ dünyâya gelir; sonra onun da üç oğlu olur, bunlardan birinin adı ‘Leşkiz’ veya ‘Şekiz Hân’, birinin adı ‘Oğuz Hân’, diğerinin adı ise ‘Altun Han’dır. Leşkiz Han'ın on iki oğlu olur ve bunlar kavmin uluları olurlar. Hikâyenin bundan sonraki kısmı farklı boylara ayrılan Tatarların mücâdeleleri ve çoğalmalarıyla ilgilidir. Devadârî bunlardan Altun Han'ın soy ve yeryüzüne yayılış hikâyesini kendi asrına kadar getirir ve onun soyuna mensup 12 topluluğun Asya'daki yerleşim alanlarını bildirir; hatta yaşadığı devirde onların hükümdarlarının ‘Keşlü Hân’ olduğunu ve onun Irak ve Acem sınırına kadar, doğuda üzerine güneş doğan pek çok beldeyi fethedip ele geçirdiğini belirterek nakli sona erdirir.

Dikkat edilirse Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış kıssası ile bu kıssa arasında büyük bir benzerlik vardır. Her şeyden önce, kıssada Türkler açıkça tek bir Tanrı'ya inanmaktadır. Hattâ ‘Havvâ’ ismi burada çok yakın bir imlâ ile ‘Ay-va’ şeklini almıştır, bu iki isim arasında bir bağlantı bulunduğu ortadadır. İkisinin de dört unsurun birleşmesi sonucu yaratılmaları ve yeryüzüne indirilmeleri, dişili-erkekli kırk çocukları olması ve bunların çaprazlama eşleştirilmeleri İslâm dîninde anlatılanlarla tıpatıp aynıdır.

Bu kıssanın Uygurca aslî nüshasının Göktürkler zamânına ait olduğu göz önünde bulundurulur ve devrin epigrafik bulgularıyla karşılaştırılırsa; Türkler'in Orhun Yazıtları'nda ön plâna çıkan ‘Kök Tengri’ (Gerçek Tanrı) inancının, aslında İslâm'daki ‘Tevhid’ inancından başka bir şey olmadığı ve ‘Oğuz-nâme’ye dayanarak yazılan ‘Câm-ı Cem-Âyîn’de belirtildiği üzre onların, İslâm dîni ile zannedilenden çok daha uzun zaman önce tanıştıkları kendiliğinden anlaşılır.

(İnternetten alınarak özetlenmiştir.)

AHISKALI TÜRKLER

YUNUS ZEYREK

1990 yılında Sovyetler Birliği çözüldü. Bu birliği meydana getiren cumhuriyetler birer birer bağımsızlıklarını ilân ettiler. Herkes kendi yurduna ve bayrağına sâhip çıktı.

Peki, yurtsuz yuvasız Ahıskalılar ne yapacaklardı? Şimdi onlar darmadağınık bir vaziyette kalmışlardı. Günümüzde tahminî nüfusu 400.000 civarında olan Ahıskalılar, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan, Ukrayna, Türkiye ve ABD'de yaşamaktadırlar.

1999 yılında Avrupa Konseyi'ne üyelik başvurusu yapan Gürcistan, Konseyin, Ahıska Türklerinin vatana dönmeleri için gereken kanunî düzenlemeleri yapması şartını kabul etti. Fakat yıllarca ayak sürüdü, sudan bahanelerle gönülsüzlüğünü ortaya koydu.

Avrupa Konseyi, meseleyi tâkip etti. Nihâyet Gürcistan Parlamentosu, 11 Temmuz 2007 târihînde yayımlanan, ‘Eski Sovyetler Birliği Tarafından 20. Yüzyılın 40'lı Yıllarında Gürcistan'dan Zorla Göçe Tabi Tutulan Şahısların Geri Dönüşü Hakkında Gürcistan Cumhuriyeti'nin 5261-PC Sayılı Kanunu’nu çıkardı. Bu kanuna göre Ahıskalılar, 2009 yılı sonuna kadar istenen belgelerle birlikte Gürcistan temsilciliklerine müracaat ettiler. Gürcistan makamları, 2010 yılı içinde bu müracaatları değerlendirerek 2011 yılında, sürgünde yaşayanlara vatanına dönme müsaadesi vereceğini taahhüt etmiştir.

Şu var ki Gürcistan, sürgün ahalinin Ahıska'ya gelmemesi için her türlü engeli çıkarmaktadır. Son yıllarda kendi imkânlarıyla vatana gelen Ahıskalı ailelere yapılan baskılar, Avrupa Konseyi ve AGİT gündemine getirilmiştir.

Her zorluğa rağmen halkımızın, târihî vatanına sâhip çıkacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Not: Konuyla ilgili geniş kaynaklara dayalı bilgiler, ‘Târih-i Osman Paşa’, ‘Ahıska Bölgesi’ ve ‘Ahıska Türkleri’, ‘Ahıska Araştırmaları’ adlı kitaplarımızda mevcuttur.

(BİZİM AHISKA DERGİSİ tarafından 20. sayıda verilen broşürden özetlenmiştir.) 

TÜRKLERİN MÜSLÜMANLIĞI KABUL ETMELERİNDE RİBATLARIN ÖNEMİ

Prof. Dr. ZEKERİYA KİTAPCI

Türkistan’da İslâmiyet’in hayrına kaydedilen en köklü gelişmelerden birisi de ribatların kurulması olmuştur. Müslüman gazileri ve kendilerini Hak Dinin yayılmasına adayan kimselerin bir barınak ve konaklama yerleri olan ribatlar ilk defa Baykent şehrinde ortaya çıkmış ve daha sonra bütün Aşağı Türkistan'a yayılmıştır. Mistik yönleri ağır basan bu hayır müesseseleri, İslâmiyet’in ilk gelişme yıllarında, Müslüman halk tarafından o kadar benimsenmiştir ki, Müslüman zenginler varını yoğunu bu Allah evleri için harcamışlardır.  Ribatlar; mücâhid gazilerin, yaşama ve barınmalarını sağlamak için özel surette yapılmış yarı askerî fakat umûmiyetle dinî hayır müesseseleri idi. Buralarda yalnız gazilerin değil, onların hayvanları atları için de gerekli yaşama kolaylıkları sağlanırdı. Kendi imkânları ile ribatlar yapmak, veya yapılmış olan bu ribatların kuruluş gayesine uygun olarak fonksiyonlarını devam ettirmek, bölge Müslümanları arasında bir âdet ve bir gelenek hâline gelmişti. Büyük İslâm Coğrafyacısı el-Hamevi, bu maksat için sâdece Baykent'de binden fazla ribat yapıldığını zikretmektedir.

Civar köy ve kasabalardan gelen mücâhitler, bu ribatlarda toplanırlardı. Buralarda bir mürşid veya şeyhin mânevî terbiyesinde yetişen, olgunlaşan ve kabına sığmaz bir ruh ile âdeta şehid olmaya hazır hâle gelen bu gazi dervişler, özellikle ilkbahar ve yaz aylarında, henüz Müslüman olmamış Türkleri tenvir ve irşad ederlerdi.

Daha sonraları, Anadolu'nun bile Türkleşme ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri dokunan ve ‘Horasanlı Erenler’ olarak bizim târih ve edebiyatımıza geçen böylesine sevdalı kişiler, işte bu şekilde kurulmuş ve zamanla tekke ve dergâh şeklini almış bu ribatlarda yetişmişlerdir. 

Türk Yurtlarında, İslâmî tebliğ faaliyetleri kollektif bir heyecan ve bir fırtına hâline geldikten sonra yerli halk, varlıklarının çok büyük bir kısmını bu kabil hayır ve hasenat müesseselerine sarf etmişlerdir.  Zenginlerin büyük bir kısmı mallarını Allah yolunda harcarlar; ribatlar, yol ve köprüler yaparlar İslâmiyet’in tebliğini teşvik ederlerdi. 

Bölgedeki şehir, kasaba ve köylerin hepsinde su kaynağı, sebil, önemli geçitler, yolcu ve misâfirlerin istirahatlarını temin etmek için mutlaka bir ribat vardı. Aşağı Türkistan'da, bu şekilde hizmet gören ribatların sayısı 10.000 kadardır, ihtiyaç sâhipleri ribatlarda dilediği sürece kalırlar, onların iaşe ve ibâteleri temin edildiği gibi hayvanlarının da bakımı yapılmaktaydı.

Bu hayır müesseseleri ve mukaddes İslâm ocakları sebebiyle Baykent kısa zamanda son derece ateşli ve heyecanlı bir İslâm merkezi hâline gelmiştir. Bu ribatlarda yetişen ve gönlü kor gibi İslâm ateşi ile yanıp tutuşan mücâhid gaziler çevre bölgelere dağılıyor bitmez bir gayret ve tükenmez bir sabırla Allahın dinini insanlar arasında yaymaya çalışıyorlardı. 

Aşağı Türkistan'da, İslâmiyet’in yayılış yıllarındaki bu İslâmî hayır müesseseleri daha sonraları büyük Selçuklu ve Osmanlı Türklerine de geçmiştir. Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı Türkleri, devlet hudutları içinde kalan geniş ülkeleri hanlar, hamamlar, kervansaraylar, sebiller, câmi ve mescidlerle donatmışlardır. Nitekim aradan asırlar geçtikten sonra, Kanunî Süleyman devrinde, Avusturya İmparatorluğu’nun sefiri ve koyu bir Hıristiyan olan G.D. Bucbecg'in hâtıralarında belirttiği müşâhedeler, bölgeyi bilen diğer mühim şahsiyetler tarafından da tasdik edilmiştir. 

İslâm'ın sınırları İç-Asyada ve bozkırlarda yaşayan ve henüz İslâmiyet’le şereflenmeyen Türk bölgelerine kadar genişlemiştir. Bu hayırlı gelişmelere işâret eden İslâm coğrafyacıları sanki ittifak edercesine şu beyanda bulunmuşlardır: ‘Daha sonra buralar İslâm’ın nuru ile aydınlandı ve onlar İslâm’a gönül veren ve O’nu düşmanlarına karşı koruyan en güzel bir millet oldular. Bu onlara Allah’ın bir lutfu idi. Onlar kendi istekleri ile bölük bölük İslâm dinine koşmuşlar ve ülkelerinde tam bir barış ve güven içinde yaşamışlardır.

Böylece onların vergileri hafiflemiş ve yükleri de azalmış oldu. Onları esir almak zorlaştı, aralarındaki kan akıtmalar sona erdi. Cenab-ı Allah Emevîlerin kötü yola saptıklarını ve Peygamber soyundan gelenlere zulm ettiklerini görünce, onları Emevîlerin üstüne (kendi) askerleri olarak gönderdi.

Yukarda da ifâde edildiği gibi İslâmiyet Baykent’de; kısa zamanda yerleşmiş, yayılmış ve rakipsiz büyük bir din hâline gelmiştir. Bundan sonra Baykent'in yıldızı parlamış bölgenin en önemli İslâm merkezlerinden biri olmuş, birçok ilim ve fazilet adamı yetişmiştir. Bu ise Orta Asya’ya uzanan İslâm hidâyet yolunun açılması idi.

Türkler Nasıl Müslüman Oldu?: Yedikubbe Yayınları. Konya, Ekim 2024 (s: 95-192)

TÜRK DÜNYASI VE TÜRKÇE

TURAN CAN*  

Uzun târihî geçmişi ve hemen hiçbir dilde görülmeyen bir şekilde çok geniş bir alana yayılmış ve dağınık olarak bulunmasına rağmen, Türk dilinin kollarının ortaya koyduğu bütünlüğün, bu günkü Türk şiveleri arasında görülen yakınlığın en önemli sebebi, Türklerin 13. yüzyıla kadar tek, 19. yüzyılın sonlarına kadar da biri Batı Türk elinde, diğeri Doğu Türk elinde olmak üzere iki yazı dili etrafında birleşmiş olmaları, eserlerini bu yazı dilinde vermeleri ve bu yazı dil çevrelerinin birbiriyle irtibatlarını son yüzyıla kadar devam ettirmiş olmalarıdır.

Diğer yandan, her döneminde mahallî özelliklerin belirmesi, dilin kendi tabii akışı yanında yâni sosyal çevrenin dile etkisiyle de yakından ilgilidir. Her şeyden önemlisi devlet-dil bağlantısına göre, târih içinde idârî yönden gerçekleştirilen bütünlükler ve sosyal hayat tarzı farklı şive ve ağızlara sâhip Türk topluluklarını ortak dilde/dillerde birleştirmekle kalmamış, şive ve ağızlarında birbirleriyle kaynaşmalarına yardımcı olmuştur.

1926 yılında Azerbaycan’ın Başşehri Bakü’de birçok yerli ve yabancı Türkolog’un bir araya geldiği görkemli bir Türkoloji kurultayı tertiplenmiştir. Yapılan ilk Türkoloji Kurultayında Türklüğün birçok meseleleri görüşülmüştür. Kurultayda ele alınan birçok konu olmasına rağmen iki konu toplantının önemini ortaya koymaktadır. Hilmi Ziya Ülken, Hüseyinzade Ali Bey’in Bakü kurultayından izlenimlerini not aldığı defterinden şöyle aktarır; ‘Bakü’ya 17 Şubat 1926’da hareket ettik. Vapurda Fuat Köprülü, Mesaroş, Barthold ve Strasbourg’dan Menzel vardı. Kurultay’da konuşulanlardan iki nokta bizi çok yakından ilgilendirmektedir; birisi Lâtin harflerin alınması konusundaki konuşmalar, öteki ortak edebî Türk dilinin benimsenmesi konusundaki tartışmalar…’

Bu kurultaydan sonra Türk toplulukları Lâtin alfabesine geçme kararı almış ve 1927 yılında bu fiilen gerçekleştirilmiştir. Toplantıyı yakından tâkip eden ve ilgilenen Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk topluluklarıyla ortak bir gelecek kurmak maksadıyla 1928’de Lâtin alfabesine geçme kararı almış ve bunu uygulamıştır. Fakat 1937 yılında Sovyet Rusya’da Milliyetçi aydınların ‘temizlik hareketi’ adı altında kurşuna dizilmeleri veya Sibirya’ya sürgün edilmeleri ortak dil ve ortak kültür politikalarının hepsini yok etmiştir. 

Çok sayıda farklı konuların ele alındığı ve hareketli geçen, Türklüğün parçalanmasına ve dağılmasına vesile olan bir yüz yılı geride bırakmış bulunuyoruz. 19. yüzyılın başlarında parçalanmış olan ancak 21. yüzyılın başında Türklüğün yeniden toparlanması, küllenen Türk Dünyasının ortaya çıkışına şâhit olmaktayız, ne yazık ki geçmiş yüz yılın vermiş olduğu rehâvetten kurtulmak kolay olmuyor. Dünyamızda, özellikle son yirmi yıllık süreçte, bilim ve teknolojide yaşanan gelişmelere paralel olarak ekonomik, siyâsî ve kültür alanlarında köklü değişmeler ve dönüşümler yaşandı; mekân ve zaman hızla daralırken, mesâfeler olağanüstü kısaldı, insanlar ve ülkeler arasındaki ilişkiler inanılmaz ölçüde arttı. Bu durumu, ister ‘Küreselleşme’ isterse ‘Yeni dünya düzeni’ diye adlandıralım, netice itibâriyle 21.yüzyılda farklı bir dünyada yaşıyoruz.

Türklerin yaşadığı geniş coğrafyanın bu yüzyılda kazanacağı siyâsî ve kültürel bilinç sâdece Türklüğün kaderini değil, dünya’nın geleceğini de doğrudan etkileyecek ve yeniden şekillendirecektir. Mevcut yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizi, ekonomik ve ticârî imkânlarımızı Türklüğün daha müreffeh yaşaması, zenginleşmesi, gelecek nesillerin sağlıklı ve eğitimli yetiştirilmeleri için kullanmalıyız.

Türk dünyasının siyâsî, ekonomik ve sosyal haklarının savunulmasını, korunmasını, mevcut tehdit ve tehlikelerin izâlesini temin edecek, müşterek çabalarla ve oluşacak ortak irâdeyle ortaya konulabilmesine vesile teşkil edilmelidir.

Türk dünyası yaratacağı bu ortak irâde ve sinerji ile bütün insanlığın yararlanabileceği kültür, fikir ve düşünce zenginliğine ulaşabilmek maksadıyla, târihî tecrübelerinden, kültür derinliğinden, millî ve mânevî zenginliğinden etkili bir medeniyet ve kültür hamlesini gerçekleştirmelidir.

*TİKA –Araştırmacı

Efrasyap77 sitesinden alınmıştır. Erişim târihî: 16 Ocak 2010)