İnsanlık, son dünya savaşında, çok büyük zulümler gördü. Müstebit ve despot idareciler altında ezildi. Merhametsiz ve acımasızca tahrip ve yıkımlara uğradı. Öyle ki bir düşman yüzünden, yüzlerce masum ve günahsız perişan oldu.

Mağluplar ve yenilenler, derin bir ümitsizliğe düştü. Gâlip ve yenenleri ise dehşetli bir telaş kapladı. Hâkimiyetlerini koruyup, devam ettiremediler. Yaptıkları büyük tahriplerini tamir edemediler. Bu yüzden dehşetli bir vicdan azâbı çektiler.

İnsanın yaratılışındaki yüksek istîdat ve kabiliyetler gölgelendi. Beşerin insanlık tarafı, yâni mâhiyeti ve içyüzü dehşetli bir yara aldı.

Bütün bunlar dünya hayatının ne kadar fâni ve geçici, medeniyet fantaziyelerinin ne kadar aldatıcı ve uyutucu olduğunu herkese gösterdi.

Ebede düşkün, beka arzusuyla yanıp tutuşan hisleri, yâni fıtrat ve yaratılışında mevcut insanlık aşkını heyecanla uyandırdı.

Gaflet, dalâlet ve sapıklığın; en sert ve sağır olan tabiatın, yâni her şeyi tabiattan bilme yanılgısının; Kur’an’ın elmas kılıncı altında nasıl hak ile yeksan / yerle bir olduğunu ve parçalandığını gözler önüne serdi.

Gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin; yer yüzünde pek çirkin, pek gaddarca olan gerçek suret ve şeklini olanca çıplaklığıyla bütün dünyaya anlattı.

Mademki ebede, sonsuz hayata ihtiyaç ve zaruretin emare ve işaretleri Kuzey’de, Batı’da ve Amerika’da görünmüştür. Öyle ise diyebiliriz ki, insanlığın mecazî bir mâşuku ve meftûnu yâni âşık olduğu dünya hayatı; böyle çirkin ve geçici olmasından ötürü insan; yaratılışının bir gereği olarak; hakikaten sevdiği ve aradığı bâkî /daimî hayatı bütün kuvvetiyle arayacak!

Aradığını da şüphe yok ki, 1400 senede, her asırda milyonlarca mensubu bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdîk ile imza basan ve her dakîkada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisanlarıyla beşere / insana ders veren ve hiçbir kitapta emsâl ve benzeri bulunmayan bir tarzda, insan için bâkî hayatı ve ebedî saadeti müjde verip; bütün beşerin yaralarını tedavî eden ve beyanı, insanı âciz bırakan Kur’an-ı Kerîm’de bulacak.

Çünkü Kur’an-ı Azîmüşşan şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı, binler âyetiyle, belki sarîhan / açıkça ve işaretle on binler def’a dâvâ edip, haber verip, sarsılmaz kat’î delillerle, şüphe götürmez hadsiz hüccet ve kanıtlarla; bâkî /ebedî / sonsuz hayatı kesin bir şekilde müjdeleyip ebedî saâdeti ve mutluluğu ders vermektedir.

Elbette insanlar, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve Hakk dini arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi, yeryüzünün kıt’aları ve hükümetleri; beyanı, insanı âciz bırakan Kur’an’ı arayacaklar.

Hakikatlarını anladıktan sonra; bütün ruh ve canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında; kat’iyyen Kur’an’ın misli, benzeri ve eşi yoktur ve olamaz. Hiçbir şey, bu en büyük mûcize olan Kur’an’ın yerini tutamaz.

Zira Kur’an; hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyâtı tam tenvîr edecek / aydınlatacak ve ilaçlarını verecek bir tarzdadır.

Gelelim sadede: Durum bu merkezde ve insanlık maneviyata susamışken; dünya bu susuzluğunu giderecek kudsî kaynağı arayıp dururken; bu cihan-bahâ hakikati bulan ve onunla hem-hâl olmak isteyen asîl, mübarek gençlerimizin, inançlarının gereği olan kılık, kıyafetle uğraşmak  -üstelik Türkiye’nin başında, içte dışta bunca belâlar varken-  bunları mes’ele yaparak dostu ağlatıp, düşmanı güldürerek Dünya’ya ters düşmenin kime ne faydası var?

Kaldı ki din; Diyanetin yâni devletin uhdesinde / elinde korunur, gözetilirken ve yine İslâm, gelecek müthiş belalara ve anarşistliğe bir sed olur ve olacakken, yersiz endîşelere düşmenin ne âlemi var?

Lütfen kendimize gelelim ve hâdise ve olay dalgalarıyla boğuşan bir gemi hükmünde olan  Türkiyemizi; yersiz meşgalelerle, âdeta kaptansız bırakarak, batma tehlikesine mâruz bırakmıyalım.

Vebâli  -indallah-  pek azîm ve çok büyüktür.