Bu bir akademik yazı değil. Olmasını da istemiyorum. Çünkü sıcaklığının kaybolacağından korkuyorum.
Bu Dilaver Cebeci’ye dair bir yazı. Onun gibi sıcak, onun kadar samimi olmalı.
Bende bir tutku haline gelişi 1991 yılında başladı. Kızı sevgili Aspay Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne ikinci sınıfta iken yatay geçiş yapmıştı. Aynı sınıftaydık ve ızdırabımız da ortaktı. Bu durum Aspay’ın bizimle, bizim de Aspay’la kaynaşmamızı kolaylaştırdı. Ve böylece Dilaver Cebeci’nin önce adını duymuş olduk, sonrada kendisini tanıma imkânımız oldu.
Hocamız Ümit ve babası Cemil Meriç onu Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi sütununda yazdığı yazılarından tanıyor ve seviyorlarmış. Babası Cemil Meriç’in de bu yazılar çok hoşuna gidermiş. Bu nedenle tanışmak için Dilaver Bey’i Aspay aracılığıyla fakülteye davet etti. Ekim ayının bir günüydü. Belki Pazartesi, belki de Salı idi. Bölümümüzün emektar hizmetlisi Dursun Efendi’nin çay ocağı olarak ta kullandığı odanın önünde Aspay, babası ile beni de tanıştırdı.
İlk dikkatimi çeken yönü kırmızı yanakları olmuştu. Yanakları tıpkı bol oksijenli yayla insanı gibi kırmızı ve diri idi. Şehirde yaşayan insanlar gibi solgun değildi. Bu nedenle Dilaver Cebeci her aklıma düştüğü vakit “yayla yüzlü”  yüzü de zihnimde belirir. Çok edepli ve güzel konuşuyordu. Çok ta saygılıydı. Karşısındaki dinlerken asla kusur etmiyordu. Yani çok iyi bir dinleyiciydi. O sosyoloji doktoruydu. Biz ise henüz daha emekleme evresinde olan sosyoloji öğrencileriydik. Bizimle çok iyi iletişim kurmuş ve kendisine saygı duymamızı sağlamıştı. Nitekim mizacı, hoşgörüsü ve dervişlik ruhu ona olan tutkumu zamanla geliştirdi.
Aspay aracılığıyla bizi her yıl Ramazan ayında iftara davet ederdi. Evi “gecelerin onun olduğu” Üsküdar’da Doğancılar yokuşunun bittiği yerde idi. Onu hiç yalnız bırakmayan ve en büyük destekçisi olan bir o kadar da tıpkı Dilaver Cebeci gibi sevgi ve saygıda kusur etmeyen eşi Ayla Ablanın yaptığı muhteşem çorba, yemek, tatlı ve böreklerle iftarımızı yapar; ardından çay faslına geçerdik. Koca şehirde Türk kültürünün bütün izdüşümlerini Dilaver Cebeci’nin evinde hissederdik. Çok iyi misafirperverdi. Evinde de bir Türk ve Müslüman gibi yaşıyor ve hayatına yön veriyordu. Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman’dı. Sohbetin güzelliğinden dolayı su gibi akan zamanın nasıl geçtiğini bilememekle beraber, ben içimden İstanbul Boğaz’ının varlığına sitem ederdim. Çünkü Eminönü’ne son vapur 23.30’da kalkardı. Hâlbuki onu daha çok dinlemek isterdim.
Kendisinden yeni ve doyurucu şeyler öğreniyordum. Bir seferinde henüz yayınlanmamış olan “Diploma Erozyonu” isimli yazısını okudu. Yazıda zamanla artık doktora yapmanın da anlamı kalmayacağını çünkü okuyan çoğaldıkça ve okumakta kolaylaştıkça diplomaların kıymetinin azaldığı savunuluyordu.
İlk röportajımı onunla yaptım. O sıralar Türk Dili Edebiyatı Bölümü öğrenci arkadaşların çıkardığı ve benim de katkı sağladığım Avaz Dergisi’nde yayınlanan bu röportajda mekânımız yine Üsküdar’dı. Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camiinin avlusunda karar kılmıştık. Ben, meydanın onun evine yakın olan tarafındaki Mihrimah Sultan Camiini; o ise benim daha fazla yorulmamam için meydanın iskeleye yakın olan tarafındaki Mihrimah Sultan Camiini adres bellemişti. Ben öteki camiinin, o da beriki camiinin avlusunda birbirimizi beklemiştik. Aradan bir saat gibi zaman geçmişti. Dilaver Cebeci yoktu. Telefon da yok ki arayayım. Bana vermiş olduğu sözden de asla vaz geçmeyeceğine inancım tamdı. Acaba yanlış yerde mi bekliyorum düşüncesiyle, cami cemaatine; “burada Mihrimah Sultan Camiinde birisiyle buluşacaktım. Acaba yanlış yere mi geldim?” diye sormam üzerine karşıda, iskeleye yakın olan camiyi bana gösterdiler ve oranın da Mihrimah Sultan Camii olduğunu söylediler. Bunun üzerine hızlı adımlarla gösterilen camiye yöneldim. Onunla son anda karşılaştık. Çünkü oraya daha önce gitmediğimden dolayı işkillenmiş ve benim onu bir saat beklediğim camiye yönelmişti. Bu sırada beni fark etti.
O gün, Dilaver Cebeci’yi beklerken camiinin bende oluşturduğu muazzam “huzur duygusunun da” ilk defa farkına varmıştım. Hem yürüyordum. Hem de bir saat kadar yazın sıcağında avlusunda oturduğum Mihrimah Sultan Camiinde yaşadığım huzuru düşünüyordum. Ve ilk defa cami avlusunun insana verdiği huzuru orada yaşadım. Sonraları özellikle sıcak yaz günlerinde birçok camiinin avlusuna gitmeme rağmen ecdat yadigârı Fatih, Süleymaniye, Atik Ali, Ali Paşa... gibi camilerin avlularının verdiği huzurla, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camilerinin huzurunun aynı olduğunu tespit ettim. Bugün bile yolum Üsküdar’a düştüğü zaman mutlaka Dilaver Cebeci ile kararlaştırdığımız ve birbirimizi beklediğimiz her iki camiinin de avlusuna uğrar, bir miktar soluklanır, bir miktar da huzur bulurum.

İlk yazılarımdan birisi de Dilaver Cebeci ile ilgilidir.Onun Tanzimat ve Türk Ailesi adlı doktora tezi hakkında kaleme aldığım bu yazı o zamanlar Yeni Düşünce gazetesinde yayınlanmıştı.O yazıda vurguladığım; “Batılılaşma çabalarımızla birlikte bize sirayet eden en önemli hastalıklardan birisi olan kavram anlaşılmazlığının kitapta bulunmadığı; ülkemizde bir çok bilimsel kitabın adeta anlaşılmamak için yazıldığı süreçte Dilaver Cebeci’nin berrak,net kavramları kullanarak yazdığı Tanzimat ve Türk Ailesi gibi çalışmalara o kadar çok ihtiyacımız var ki…” şeklindeki fikrimde hala ısrar etmekteyim.