BİZLER TECDİD İLE MEMURUZ!...(3)

Elimizde bulunan Mektubat-i Kudsiyyeti Mektupları dikkatlice inceledeğimizde Hicrî ikinci binin başlarında alt kıtada Maverâü’n-Nehir’de, Buhara, Semerkand ve diğer Türk-İslâm diyarında dînî hayatın nasıl şekillendiğini, Asr-ı Saâdet’den uzaklaştıkça deveran eden asırlar içinde zuhur eden fitneleri, şer’i şeriften inhirafları, unutulan, terk edilen tam temessük ve mütâbaat gösterilmeyen sünnetleri, Asr-ı Saâdet’de bulunmadığı halde sonradan ihdas edilen bid’at ve dalâletleri görüyor, öğreniyoruz.

Yine bu mektuplardan başka bir şey öğreniyor ve tesbit ediyoruz ki, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindî (k.s.) efendi hazretlerinin mürşid-i kâmil ve müceddid olarak gönderildiği, Hicrî, iki bininci ve 11. asrın başlarında alt kıta Hindistan ve civar memleketlerdeki dînî hayat bizdeki Hicrî 1400 sârî, 1300’ün ikinci yarısından itibaren dînî hayata çok benzemektedir.

Mektubatı bir bütün olarak tetkik ettiğimizde, İmam-ı Rabbâni hazretlerinin  üstadlarına yazdığı arîzaları, muhtelif zevata yazdığı ikaz, irşad ve tavsiyelerini kendisine mektuplarla sual soran, bilgi talebinde bulunanlara verdiği cevabî mektuplardan ibaret oluştuğunu tesbit edebiliriz.

Sualler, bilgi talepleri, bunlara verilen cevaplar ve bilgilerden anlaşıldığına göre, şer’î meselelerde, farzların edasından vaciplere, sünnetlere mendup ve müstehablara riayet edilmediği anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi ”Namaz dinin direği, ibadetlerin şahı, dinin yarısıdır. ”Hadesten taharet, necasetten taharet, avret mahallinin örtülmesi, kıbleye dönülmesi, vakit ve niyet gibi haricî şartları vardır. Dinin yarısı namazı kâmil manada eda edebilmek için bütün şartları yerine getirilmiş abdestle mümkündür. Abdest alırken istibra ve istincaya dikkat edilmediği, Zirâ sevgili peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz: Bevl’den, bevl ederken üzerinize elbisenize sıçramasından kaçınınız. Zirâ kabir azabının çoğu bevl sebebiyledir” buyurmuştur. Abdest alırken sadece yıkanılması farz olan uzuvların birer kere yıkanması kafi değildir. Her azanın üç kere yıkanması, başın dörtte birini değil, İstiab mes denilen tarzda tamamının meshedilmesi, hususiyle ayak parmakların arasının kuru kalmaması için hilallenmesi icap eder. İmam-ı A’zam Ebû Hanife hazretleri hilalsiz abdestle kıldığı kırk yıllık namazlarını kaza etmiştir.

Namazın haricî şartlarından birisi de niyettir. Niyette esas olan kalbin ve cinanın niyetidir. Kalbî niyetin ayrıca lisan ile ikrar ve tekrar edilmesi bid’attir. Asr-ı Saâdetde, hulafâ-i Raşidîn döneminde, mütekaddimîn fakihler döneminde kalbî ve cinânî niyetle iktifa edilir, kıyam durulduğundahiç beklenilmeden Tekbir-i Tahrimiyye ile namaza girilirdi. Lisan ile ikrar ve tekrar bu bakımdan bid’attir. Müteahhirîn fukahanın fıkhî eserlerinde ”Niyetin esasen kalbî ve cinânî olması gerektiği, lisan ile de ikrarın tevafuku her ne kadar bid’at ise de Bid’at-i Hasene’dir.” diye müdafaa ettikleri görülmektedir. İleride, mufassalan anlatılacağı üzere ”Her muhdes (sonradan ortaya çıkarılan) bid’attir, her bid’at ise dalalettir. Şer’î bid’atlerin hiç birisinde hayır yoktur. Dolayısıyla da bid’atin hasenesi seyyiesi olmaz.

Kâmil manada alınan bir abdest ile, bütün erkanına, vaciblerine, sünnet ve müstehaplarına riayet edilerek namaz kılınmalıdır. Yalnız, farzlara riayet edilerek kılınan namaz, musallîyi her tür kötülüklerden alıkoyan namaz değildir.

Namazın içindeki kıyam, kırâet, rükû, secdeler, son oturuşta tahiyye ve huruç bisunihî (kendi isteğiyle sağa-sola selâm vererek namazdan ayrılma.) Bu rükûnlerin her birini hakkıyla yerine getirmeye tadil-i  erkân denilir. Mazereti olmayanların dimdik ayakta durmaları, kıyam, her rekatta Fatiha’nın okunması vacibtir. Fatihadan sonra en en kısa sure veya bu en kısa sure kadar uzunlukta bir veya bir kaç âyet okunmalıdır. Rükû ve secdelerde en az üçer kere tesbihat, tek sayıda olmak kaydıyla beş, yedi, dokuz ve on bir kere tesbih okunabilir. İmam cemaati bıktırmaması bakımından, rükû ve secdelerde üçten ziyade tesbih getiremez. Rükûnlar arasında rükû ve secdeler arasında tam bir itminan hasıl olmalıdır. Yay takılmış, tavukların yem yemeleri gibi rükû ve iki secde arasında tacil tadili erkâna uygun değildir. Namazdan sonra Ayete’l-Kürsî mutlaka okunmalı, tesbih, tahmit ve tekbir ihmal edilmemeli, namazlar mutlaka vaktinde ve cemaatle kılınmalıdır.

Mektuplardan, abdest ve namaz ile alakalı tecdid mevzuları yukarıda işaret ettiğimiz hususlarla alakalıdır.

İmam-ı Rabbânî (k.s.) efendi hazrretlerinin döneminde, Tecdide mevzu olanlardan birisi de, Cum’a ve bayram hutbelerinde Hulefâ-i Raşidîn Hazerâtının isimlerinin zikredilmemesidir. Mektubat-ı Kudsiyye’deki 2. cild, 15.mektup “Semâne” beldesinin ricâl-i maneviye, kadılarına, vali ve kaim-i makamlarına, Kurban Bayramında bayram hutbesi okurken Hulefâ-i Râşidîn (rıdvânu’llâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtının isimlerini zikretmeyen hatibin zemmi babında yazılmıştır.

“Duyduk, bize gelen haberlerden öğrendik ki buradaki hatip Kurban Bayramında hutbede Hulefâ-i Raşidîn’in isimleri zikretmemiş, yine bize gelen haberlere göre mescide hazır olan cemaate unuttuğu itiraf ederek mazeret de beyan etmemiş, aksine ”zikretmediysem zikretmedim bundan size ne? diye temerrüd ve inat ile mukabele etmiştir. Yine bize gelen haberlere göre bu beldenin büyükleri insafsız, edepsiz ve çok kaba bu hatibe layık olduğu mukabelede bulunmamışlar ”Bana ne?” diye ihmal ve sühûletle karşılamışlardır. Binlerce kere yazıklar olsun ki, Hulefâ-i Râşidînin isimlerinin hutbelerde zikredilmesi her ne kadar hutbenin şartları arasında değilse de ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in      Şeâiri (alâmetleri) cümlesindendir. Hiç bir mümin hatip bilerek ve temerrüd göstererek bunu terk edemez. Ancak kalbinde manevî bir hastalık batınında habaset bulunan birisi terk edebilir. Farz edelim ki taassup ve inad ile terk etmedi o zaman ”her kim kendisini başka bir kavme benzetirse o kavimden sayılır” Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerini her ne hal ise zikretmeyenler Râfizî’lerden sayılırlar) töhmetinden kendisini nasıl kurtaracaktır?

Herhangi bir kimse “Şeyheyn’in (Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’in) takdimi ve tafzîli ( öne çıkarılmaları ve faziletleri) hakkında tereddüd ediyorsa râfizî’dir, ehl-i sünnetten dönmüştür. Hateneyn (iki bacanak, damat (Hazreti Osman ve Hazreti Ali’yi) sevmek ve onlara muhabbet besleme de mütereddid ise, haricîdir, ehl-i hak’tan dışlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki hakikatle yakından uzaktan alakası olmayan bu hatip belli ki Keşmir’li habis ehl-i bid’at olanlara mensuptur.

Bu hatibin iyi bilmesi ve anlaması gerekir ki ”Şeyheyn’in fazileti aralarında İmam-ı Şâfi’î rahimehu’llah ve eş-Şeyh, Ebû’l-Hasan el- Eşarînin de aralarında bulunduğu Ashabın ve Tabiînin icmaı ve ittifakı ile sabittir.

İmam-ı Buhârî’nin kitabı, Allah’ın kitabı, Kur’ân-ı Kerim’den sonra en sahih kitaptır. Hazreti Ali Kerreme’llâhu Vechehû’ den rivayetinde: “Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Faruk sonra bir başka erkek; oğlu Muhammed bin Hanefiyye, Ömer’den sonra sensin, bunun üzerine Hazreti Ali ”Ben Müslümanlardan birisiyim” diye cevap vermiştir. Bu tafsilattan anlaşılacağı üzere İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin döneminde, batını habesetle dolu, kalbi râfîzîlik hastalığına tutulmuş râfîzî hatipler, Cum’a ve bayram hutbelerinde Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimizin isimlerini zikretmiyorlardı. Zamanımızda Cum’a ve Bayram hutbelerinde Hulefa-i Râşidîn’in isimlerini zikretmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı İmam-Hatiplere ne demeli ?!...

(Cevabını bekleyiniz Efendim.)