"Ben her bahar, aşık olurum." diye devam etsin isterdim yazım ama ne yazık ki öyle olmuyor. Ben her bahar başlangıcında hasta olurum.

Böyle zamanlarda sizin ruh haliniz nasıl olur bilmiyorum ama ben, gereğinden fazla duygusal oluyorum.

Bir kaprisler, bir nazlar sormayın gitsin. Kısacası çekilecek dert değilim. Allah sevenlerime sabır versin.

Neyse! İki gün evvel tam da bu ruh hali içinde mızmızlanırken tanımadığım bir numaradan arandım.

Konuşmaya hali olmayan ben, istem dışı telefonu açarak efendim dedim.

Telefonun öteki ucunda genç bir bey. Bin bir özür dileyerek direk konuya girdi.

İyi günler hanımefendi. Anket yapıyoruz izin verirseniz tek bir soru sorabilir miyim.

Tabii ama referandum gibi güncel bir soru değilse sorun dedim.

Genç arkadaş, gayet ciddi bir tavırla yok hayır dedi ve devam etti. "Çok az ömrünüz kaldığını bilseniz ne yapardınız?"

Bu soru da nereden çıkmıştı. Son altı yıldır ölümü en sevdiği babasıyla aynı cümle içerisinde kurmanın hüznü sesine çökmüş, tevekkülün türlü boyutlarına aşina biri için zor bir soruydu.

Ben olduğum yerde donup kalmıştım ama iç sesim boş durmamış ağıt yakmaya başlamıştı bile.

Birkaç saniye düşündükten sonra kendimi topladım ve aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

"En sevdiklerimle vedalaşırdım." Kırdığım insanları birer birer arar gönüllerini alırdım muhtemelen. Haaa bir de bol bol dua eder Allah'tan af dilerdim.

Tedirginliğim sesime yansımış olacak'ki genç arkadaş konuşmayı daha fazla uzatmadan teşekkür edip telefonu kapattı.

Bir müddet yerimden hiç kıpırdamadan öylece oturdum. Ne kadar ömrüm kaldığını merak ediyor ve ölümün saatini bilsem onu nasıl karşılayacağımı düşünüyorum.

Kendini hayatın kötü tarafına kaptırmamak, iyi bir insan olarak kalma adına ölümü sık düşünürüm. Ancak ilk defa ölüm bu kadar yalın haliyle karşımdaydı.

Gerçekleşmesi ile toprağa girilmesi arasında sadece bir kaç saat bulunan bir olgu. Şimdi varız, biraz sonra yokuz. Hem de insanların bizi bir an evvel, Aşık Veysel'in de dediği gibi "gelmez yola" göndermek için birbirleriyle yarış ettikleri bir olay.

Henüz ölecek yaşta değiliz. Bizden yıllarca önce doğup da hala yaşayan milyonlar varken, ölümü düşünmek de neyin nesi? Hayatını yaşamak varken öyle karanlıklarda dolaşmanın alemi var mı? su akarken dolduracaksın testini. Diyenler olacaktır aramızda.

Evet şu an için yiyorsunuz, içiyorsunuz, uyuyorsunuz, uyanıyorsunuz.

Geziyorsunuz, tozuyorsunuz. Nefsinize uyan ne varsa hepsini yapıyorsunuz.

Her sabah evden çıkıp geri geliyorsunuz ya gerisin geri.

Garantiniz var.

Yarın yine aynısı olacak, öbür gün de, sonrasında da.

Öyle mi?

Senediniz var bu dünyada ebediyen kalmaya.

Sözleşmeniz var.

Böyle bir şeye inanmak ne büyük gaflet!

Sakın ola yazım yanlış anlaşılmasın.

Ölümle yatıp, ölümle kalkın demiyorum. Ancak büsbütün da unutmayın.

Çünkü "Ölümün saati yok. Yanınızdaki kişiye değer verin, kırmayın, üzmeyin, ağlatmayın. Durup durup sevdiğinizi söyleyin.

Neden mi? Çünkü ölümün saati yok. Belkide son görüşünüzdür, belki de son sarılmanızdır. Belki de saatler sonra ona değil de, toprağına dokunacaksınız, onu değil de toprağını öpeceksiniz.

Anketör arkadaşın bana yöneltiği soruyu ben de sizlere sormak istiyorum.

"Çok az ömrünüz kaldığını bilseniz ne yapardınız?"

Gamlanmadan, duygulanmadan, düşünmeden, ağlamadan, gülümsemeden, sevmeden, korkmadan.

Her duyduğunuza inanarak, haksız yere yargılayarak, mahkum ederek.

Hasılı insanlığın gereğini yapmadan yaşamaya devam eder miydiniz?

Tüm okurlarıma uzun ömürler diliyorum!