Çok hastalanmıştı. Günlerdir bir şey yemeden, içmeden gözlerini tavana dikmiş öylece ölümü düşünüyordu.

Ölümle tanışmıştı. Dokuz ay önce sekiz yaşındaydı ama ölümle tanışmış ve korku içindeydi.

Çok sevdiği oyun arkadaşı gözleri önünde can vermişti. Çocuk aklıyla bununla baş etmeye çalışırken nihayetinde O da hastalanmış ve ölüm ürpertisi sarmıştı minik bedenini.

Her gün babasının eve dönüş saatini gözlüyordu. Korusa korusa onu ölümden babası korurdu. Babasının nasırlı elleriyle alnına dokunmasını seviyordu.Yaşadığı travmaya ve hastalıktan ötürü çektiği acıya rağmen müthiş bir güven duygusu kaplıyordu benliğini.

“Bugün nasılsın serçem?” Dediğinde babası, “sen geldin daha iyiyim” diyordu masum ama kararlı bir ses tonuyla. Babasının ona aldığı fakat yiyemediği abur cuburları görüp teşekkür ederken ağlamaklı oluyordu. Babasının ısrarına dayanamayıp yemeye çalışsa damide bulantısı cereyan ediyor takatsizlikten gözleri kapanıyordu.

Gün be gün hastalığı ilerliyordu. Bilincinin açık olduğu, uyuklama anında babasıyla annesinin konuşmasına kulak misafiri oldu. Babası annesine “doktora götüreceğim tekrar” dedi. “İyileşmiyor zatüre tüketiyor serçemi” dedi. Ve ekledi “doktordan sonra fotoğrafçıya götüreceğim onu” “Neden” diye anlamsız bularak sorduannesi, babası titrek sesle “ölürse bir resmi olsun” diye ekledi. Bunu duymak dehşete düşürdü minik kalbini. “Babam ölecek olmamdan bahsediyor.Beni koruyamıyor. Beni koruyamıyor beni koruyamıyor.”

Durmadan bu cümleyi bağırdı içinden durmadan

“BABAM BENİ KORUYAMIYOR ÖLÜMDEN!”

Annesi kıyafetlerini giydirirken, küçük kız sürekli ağlıyordu. Doktora gitmemek için bir sürü bahaneye sığınıyordu. “Ben iyiyim anne iyileşiyorum” diyordu. Annesi sanki sağırdı. Duymuyordu kızının sözlerini, yalvarmalarını. El pratikliği ile bükük boynuyla yavrusuna bakıp görmeyerek; kısacık saçlarını taradı, üzerine on beden büyük duran elbisesini giydirdi. Öyle zayıf öyle cılızdı ki bedeni titriyordu ve hakim olamıyordu içinde kopan kıyamete.

Evladına sağır, dilsiz ve kör gibi duran annesi botlarını, paltosunu giydirdi.Kaşkolünü doladı boynuna. Şapkasını takınca kaşık kadar suratı kayboldu. İki ela göz kaldı minicik, gözyaşı kirpiğinden salınan.

Babası elini uzattı tutmak için elinden. Bu defa tutmak istemedi o en sevdiği eli. Hasta bedeni ağır ağır yürürken aklında arkadaşı Dilek vardı.

Arkadaşı dilek öleli dokuz ay olmuştu. Onun yanına mı gömülecekti. Babası onun Dileğin yanına mı gömecekti. Ama kıştı dışarısı zulüm soğuğu iken yerin altı nasıldı kim bilir.

O tüm bunları düşünürken babası kucağına almıştı onu. Halsiz ve bitkin başını babasının omzuna koydu yola çıktılar. Çenesi babasının omzunda geride bıraktığı mahallesine, oyun oynadığı köşelere, komşularının pencerelerine veda edercesine son kez bakıyordu. Arada cılız sesle baba diyordu, sadece salya sümük ağlamaklı.

Doktora gittiler bir sürü tahlil vs derken zatürreenin ilerlediğini söyledi doktor. Eğer böyle devam ederse hastaneye yatırılması gerektiğini ekledi bir dolu ilaçla birlikte bir hafta sonra kontrol için gelmeleri söyleyerek gönderdi. Küçük kız doktor konuşsun istiyordu oysa. Konuşsun ki babası unutsun fotoğrafçıya gitmeyi. Unutsun istedi yürekten istedi ama olmadı.

Babası yine kucağına aldı yine o en güvendiği omza başını koydu için için ağladı.

Flaş patlayacak ve ölecekti aman Allah’ım.

Babası bir restorana girdi. Başını kaldırdı bir sürü insan yemek yiyordu. Unutmuştu babası fotoğrafçıyı unutmuştu evet. Gözleri ışıl ışıl parladı. Bir masanın başında durdu babası küçük kızı sandalyeye oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye oturdu. Küçük kızın şapkasını koşkolünü özenleçıkardı. “Hadi serçem yemek yiyelim”dedi. Açlık hissetmiyordu ama fotoğrafçıya gitmemiş olmanın sevinciyle başını salladı “olur” anlamında. Çorba istedi babası önce. “Kemik suyuna çorba bu” dedi. “İyileşmen için yemen gerekiyor” diye ekledi.  Hem kendi çorbasını içti hem serçesine kaşık kaşık çorbasını içirdi.

“Doydum baba” demek istediyse de hali yoktu. “Döner yiyelim şimdi” dedi. “Baba yiyemem” dedi cılız ama minnet dolu sesle. “Bir iki lokma beni seviyorsan” dedi. “Tamam” dedi usulca.

Yemek bitti. İnanılmaz bir şekilde midesi bulanmıyordu bu defa. İyileşecekti evet evet iyileşecekti. Eczaneye uğradılar ilaçları alıp eve gidecek olmanın huzuru dolmuştu kalbine.

Babasının kucağında uyudu uyuyacaktı.Dalmış olan gözleri bir kapı zili ve “hoş geldiniz” diyen yabancı bir sesle açıldı.

Babası onu kucağındanyere indirdi. Üzerini çıkarmaya başladı.“Amanallahım burası fotoğrafçı” diye bağıran kız çocuğu ağlamaya başladı “ne olur baba istemiyorum fotoğraf çekilmeyi. Ne olur gidelim” dediyse de faydası olmadı çırpınışının.

Paltosunu çıkarırken babası “hayır” diye bağırdı. “Hayır, paltomu çıkarma”dedi.“Tamam, fotoğraf çeksinler ama paltom dursun” dedi. İçinden “palto ısıtır beni yerin altında” diye sayıklıyordu. “Tamam, serçem” dedi babası “palton kalsın.”

Fotoğrafçı açıyı ayarladıktan sonra“gülümse” diyordu. Küçük kız “kime gülümseyeceğim. Kime” diyordu. “Babama mı,ölmeme mi, beni bekleyen arkadaşıma mı?” Anlam vermeye çalışıyordu, ölürken neden gülümsesin insan.

“Abi hasta mı bu çocuk? Diye sordu fotoğrafçı.  Dudakları uçuklamış, yüzü solgun, gülümsemeyi unutan küçük kız için.

“Evet” dedi babası nemli gözlerini silerken. Dehşet içinde babasına bakıyordu. Fotoğrafçı duruşunu ayarladı evet birazdan flaş patlayacaktı. Ve küçük kız ölümle buluşma düşüncesiyle dondu kaldı olduğu yerde.

“Babam kaldır ellerini koru beni” derken usulca,flaş patladı o anda.

Gözlerini açtığında karanlık içinde parıltılar gördü. Ölüm bu muydu? Ne oluyordu.Ölmüş müydü?

Dilek gelecek miydi?

Cehennem çizgisi oyununu oynayacaklar mıydı?

Allah yakacak mıydı ellerini yaramazlık yaptı diye?

Yavaş yavaş sesler duydu babasının sesiydi bu. Ne oluyordu ne?

“Gözlerini tam aç serçem” diyordu babası. Bir gayret açtı babası karşısındaydı. Fotoğrafçı kolonya koklatıyordu. “İyi misin serçem?” dedi babası o şaşkınlıkla sarıldı babasının ellerine;

“Baba kaldır ellerini koru beni

ölmekistemiyorum şimdi.”

Hazal Karadağ Yurdagül