(ŞIMARIK, YETİNMEYİ BİLMEYEN YENİ JENERASYON)

Uyku tutmayan bir gece daha! Uykuyla uyanıklık arası bir şey… Dün itibari ile 2019/2020 yeni eğitim ve öğretim yılı başladı. Çocuklarımızın yine bir birinden güzel ve mutlu, zengin, marka içerikli fotoğrafları gördük izledik. Hayatın başka yönünde kırtasiye yardımı bekleyen çocukların listelerini ayarladık göndermeye başladık arkadaşlarla. Şöyle bir düşününce aklıma yıllar önce kaleme aldığım bir makalem geldi. Sizlerle paylaşmak istedim. Bu hayatın çok zor ve başka yönleri de var sosyal medya hayatına benzemiyor. Tam anlamıyla gerçek… Hayli zaman önce mavi fincan takımı hikâyesi diye güzel bir sunum dinlemiştim. Aynısı benim başıma da gelince yıllar önce çok yoğun duygularla vurdum tuşlara.  Anılar canlanır hayal meyal giderim 13 yıl öncesine. Tuhaf bu anı gelir aklıma. Belki de hava çok soğuk ondan mı ya da geçende Adana Aladağ’da meydana gelen yurt yangını bilinçaltıma zehir zemberek yerleşti, belki de ondandır. Kaparım gözlerimi hala o ezik bakışlar gitmez gözümün önünden. Kalemime dökebildiğim kadar dökmeye çalışayım şu anki hissettiğim tarifsiz duyguları. Ciğerlerime, iliklerime kadar hissediyorum; gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.

Adana Saimbeyli YİBO (YATILI BÖLGE OKULU) da geçen bir anımdır bu: Sene 2008

Günlerden Perşembe. Saimbeyli Yibo lojmanları benim ilk evim, ilk yuvam. Eşimin zorunlu hizmet yeri. Eşim okula gider. Aynı avlunun içinde 3 bina: okul, yatakhane, lojman. Perşembe günleri yatılı kalan öğrencilerin aile ziyaret günüdür. Uzak köylerden gelir aileler. Kucaklaşmalar, hasret gidermeler, özlem, ağlaşma… En derin duygu tezahürlerini penceremin köşesinden izlerim. Gözlerimden yaşlar süzülür. Ben de aileden uzağım. Bendeki baba, ana, memleket özleminden onlarınki çok başka tabi. Miniklerin şefkatli kucaklara muhtaç dönemleri, imkânsızlıklar, köylerde okul olmayışı… Hele birinci sınıfları bir görseniz, off of içim sızlıyor an itibariyle!

Yine böyle pencereden izlerken okul bahçesini, lojmanın önünde usul usul ağlayan minicik biri 7 biri 8 yaşlarında iki kız çocuğu. Hava buz, yağmur bir yandan bakıyorum etrafa. Miniklerin aileleri gelmemişti. O an istedim ki kuş olsam gidip anne babalarını alıp gelsem, tabi ki hayal. Peki, ne yapabilirdim. Açtım pencereyi evladım bakın buraya, diye seslendim. İkisi de irkildi: Efendim hocam! Arkasından ağlamaları hemen kesiliverdi. Birbirleriyle yarışa girdiler. Tabi oraların çocukları şimdiki zamane çocuklarına benzemez; yaşı kaç olursa olsun saygı, hürmet, itaat vardır. Yani öyle bakışlar ki bir emir, bir görev ver de yerine getireyim bakışları. Unuttular birden anayı babayı, sevindiler. Çağırışım sanki onlara bir sahiplenmeydi. Yasakmış çocuk çağırmak lojmana. Olsundu, o günlük olmalıydı. Gelin dedim yukarıya, bir şey diyeceğim size. Koşar adımlarla merdivenleri ikişer ikişer atlayarak geldiler. Çaldı zil, açtım kapıyı, gözleri ışıldıyordu ikisinin de.  Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. Buyurun hocam. Hiç, dedim gelin bakalım içeriye. Bir irkildiler tabi. Sebebini anladım: Ayakkabılar çıkarsa mahcup olacaklar, çorapları delik. Çaktırmadan birbirini kokladılar, içeri girsek ev kokar mı gibicesinden. Tekrarladım: Haydiii girin bakalım! Ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Yağmurdan yaştan sırılsıklam, paramparça. İç çektim yine. Gelin size çorap aldım ben, sizin haberiniz yok, dedim. Yüzlerinde nasıl bir rahatlama. Koştum çekmecemden iki tane çorap getirdim. Sanki dünyayı versem bu kadar mutlu olmayacaklar.

İçeri girdiler. Ayaktalar, oturmuyorlar koltuk pis olacak tabi. O kadar kendilerini ezik hissediyorlar ki dokunsam kaçacaklar. Size bir fincan sıcak kakaolu süt yapayım, dedim. Bir şey demediler. Islak yırtık ayakkabıları onlar görmeden aldım kaloriferin yanına bıraktım. Dışarıda soğuğa yağmura karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara sütlü kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm. Odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Diğer kız, düz bir sesle sordu: Hocam siz zengin misiniz? Bir anlık şaşkınlıkla ne diyeceğimi düşünürcesine etrafıma bakındım. Zengin olmak mı? Hayır, tabii ki zengin değilim, dedim. Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi. Fincanlarınızla tabaklarınız takım da, dedi. Mahcup bir şekilde gülümsedim. Bu nasıl bir bakış açısıydı, bizim evlere aldığımız kırk çeşit takım olan kahve fincanları onlar için zenginlik mi ifade ediyordu? Sesinde bir açlık vardı ama bu karnının açlığı değildi. Teşekkür etmişlerdi. Dedim neden ağlıyordun? Söylemek istemedi. Anne ve babasının gelmemesini utanç olarak görüyordu.

Zil çaldı mı öğretmenim, dedi.  Evet, dedim. Çünkü çalan zil, velilerin artık gidişi demekti. Yüzlerindeki oh ifadesini gördüm. Biz gidebilir miyiz, dediler. Israrla çöpünüz varsa atalım hocam. Asla, dedim. Yedikleri bir dilim ekmeğin karşılığını nasıl verebiliriz diye akıllarında bin soruyla kapıya yöneldiler, ayakkabımız yok dediler.  Durun diye karşılık verdim. Tühh! Onlara hissettirmeden kurutmak için aldığım ayakkabıları dış kapının önüne koymayı unutmuştum. Bir hızla aaa içeri aldım ben onları kızlar, karşılığını verdim. Tabi bu kadar ilgi çok ezmişti onları. Utana sıkıla bin bir teşekkürle kayboldular, yine merdivenleri ikişer ikişer atlayarak.

Evet, mavi porselen süt fincanları ve tabakları takımdılar. Geri dönüp mutfağıma, etrafıma baktım. Çifter çifter ayakkabılarım, dolabımda envaı çeşit giysilerim, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan eşim, işim, gözümden sakındığım evladım, mutlu bir yaşamım… Bunlar da takımdı. Ve galiba ben gerçekten zengindim.

Sandalyeyi pencerenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük ayakkabıların çamurlu izleri hâlâ kaloriferin önündeydi. Onları temizlemedim. Fincanlar on üç oldu kırmadım, gözümün önünde. Olur da unutuveririm ne kadar zengin olduğumu…