Son peygamber Hz. Muhammed’in Arabistan’ın Mekke şehrinde zuhuru, Allah’ın onu Araplar’ın şahsında tüm insanlar için göndermiş olduğu izah edilirken; genellikle şu gerekçeler sayılıp dökülüyor: Ahlâksızlığın Mekke ve yöresinde had safhaya çıkması. Kız çocukların diri diri gömülmesi. Şirkin / Allah’a ortak koşmanın alıp yürümesi. Herkesin - sayıları mahdut Hanifler hariç- putperest olması. Bitip tükenmeyen kabile savaşları vs.
Bütün bunlar ve burada sayamadığımız daha niceleri var elbette. Şüphesiz tüm bunlar gerçek fakat zahirî / dış sebepler… İşin bir de batınî / içsel ve hikemî yönleri var.       
Nitekim, İslâmiyet; üç temel üzerinde yükselmiştir.
1 – Arabistan.
2 – Araplar.
3 – Arapça.
X
1 – Niye Arabistan?
2 – Niçin Araplar?
3 – Neden Arapça?
X
1 – Niye Arabistan?
Dünya haritasına bakacak olursak; görürüz ki, kuzeydoğusunda Asya kıt’ası, kuzeyinde Orta Doğu ve Küçük Asya / Anadolu, kuzeybatısında Avrupa ve Kuzey Afrika, batısında Afrika kıt’ası. Kısaca demek lâzımsa üç büyük kıt’anın âdeta ortasında, odak noktasında bir yerde. Yâni merkezde yer almakta. 
Nitekim, İslâmiyet; kendini Arabistan’a kabul ettirdikten sonra, kısa zamanda Asya içlerine uzandı. Kuzey Afrika’ya el attı. Anadolu’ya sefer üstüne seferler yaptı. Zira Arabistan hepsinin odak noktasında yer  alıyordu.
Ayrıca Arabistan noktamsı yerler yani vahalar hâriç, umumiyetle bir çöl ülkesidir. Tenhadır. Her tarafı taşlık ve kum deryasıdır. Su yok denecek kadar azdır. Bir taraftan bir tarafa yolculuk etmek çok zordur. 
Bütün bu menfî şartlar; Arabistan’ın bâkir kalmasını sağlayan hususlar olmuş. Hariçten hiçbir düşman Arabistan’ı işgal cesaretini gösterememiştir. Kum fırtınaları ve susuzluk; müstevlilerin karşısına büyük engeller olarak çıkmış. Onların istila emellerini kursaklarında bırakmıştır.
Arabistan’ın bu durumu; Arabistan’da yaşayan kabîlelerin düşman boyunduruğuna düşmesini önlemiş; onların izzetli kalmalarını sağlamıştır. Çünkü ilerde İslâm gibi cihanşümûl / evrensel bir dîni ilk kabul ediş, ilk yükleniş ve İslâmı ilk omuzlayacak olanların; İslâma lâyık, onu temsîl edebilecek kaabiliyette olmaları gerekiyordu. İşte Araplar farkında olmadan Allah tarafından bu mukaddes dâvâ için hazır hâle getiriliyorlardı. Nitekim İslâm ortaya çıktığında, ilk karşı çıkanlar Arab’ın en meşhûr kabîlesi Kureyş’in uluları olmuştu. Daha sonra Allah’ın muradı gerçekleşmiş; önceleri İslâm’a şiddetle karşı çıkanlar; sonraları İslâmı canı pahasına kuvvetle koruyan ve İslâm sancağını dünyanın dört bir yanına taşıyacak olan cengâverler olup çıkmıştır.
X
İşte Arabistan’ın bu maddî eksileri, mânevî  artılarla telâfi edilmiştir. Son dînin ilk taşıyıcıları Müslüman - Arap gâzileri olmuştur.
X
2 -  Niçin Araplar? 
Arabistan’da, Bedevî Arabı ayakta tutan üç şey vardır: Çöl, deve ve hurma.
Çöl; yukarıda belirtildiği gibi, Arabistan’ın dış saldırı ve işgallerden mahfûz kalmasını têmin etmiştir. Böylece Arab’ın izzet-i nefsi kırılmamış, izzetli nesillerin yetişmesi sağlanmıştır. Çünkü, İslâm’ın; kendini dünyanın dört bir tarafına yayacak izzetli nesil ve kuşaklara ihtiyacı vardı. İşte çöl; böyle ulvî hizmetin hâdimlerine beşik vazîfesi görmüştür.
Deve, bilhassa susuzluğa dayanıklılığı ile, çölde Arab’ın tek dayanağı olmuş. Sütüyle susuzluğunu, etiyle açlığını, tüyüyle giysilerini karşılamış; çölde yaşama imkânını deve sâyesinde sürdürebilmiştir. Binek oluşu, yükünü taşıması, savaşta; süvari olarak harplere katılması, hep deve sâyesindedir.
Hurma ise, öyle bir nîmet ki, bir ama, pîr. Arabistan vahalarında en çok yetişen meyva. Hacmi küçük fakat besleyicilik potansiyeli çok yüksek. Üstelik bıktırmayan bir ciheti var. Arab’ın hem ekmeği, hem tatlısı.
Araplar, ilerde  son iman fütûhatının ilk öncüleri olacakları için, farkında olmadan Allah tarafından maddeten ve mânen hazırlanmıştır. Çünkü bu dâvâya gönül verenler; gözleri arkada kalacak bir durumda olmamalıydı. Zira arkada hatırı sayılır şekilde mamelekleri / mal ve mülkleri olanlar; kolay kolay onları terk edemez. Yer ve yurtlarından çok fazla uzaklaşmayı göze alamazlar.   
Oysa, Arab’ın gözü arkada kalacak, öyle ahım şahım  şeyleri yoktu. O; devesi, taşıyabileceği hurması ve çadırı ile bir bütündü. İstediği kadar ilerleyebilirdi. Maddî ayak bağlarından azâde idi. Adeta nerede akşam orada sabah bir hayat felsefesi içindeydi. Varsa; deve, koyun ve keçi sürülerini beraberinde götürmesinde  bir  mahzur  yoktu.
İşte Arab’ın bu hayat  tarzı, ilerde yapacağı İslâm gazvelerinde ona, önleyici bir mâhiyet  arz edemiyecekti.
Arab’a öyle mukaddes bir görev yükletilecekti ki, bunu lâyıkıyla yerine getirebilmesi için, tedrîcen / yavaş yavaş yüksek meziyetlerle donatılması gerekiyordu. İşte aklımda kaldığı kadarıyla bir misâl: Tarihlerde geçer. İslâm’dan önce cereyan eden bir olay: Bir kabîleye karşı suç işleyen bir genç kaçmakta, kabîle mensupları da onu kovalamaktadır. Genç kendini koruması için, başka bir kabîle reisinin konağına iltica eder / sığınır. Konak sahibi de kabul eder. Çünkü Arap örfünde; himaye edilmek isteneni reddetmek, çok büyük bir izzetsizlikti. Konağı saranlar, suçlu gencin kendilerine teslîmini ister. Konak sahibiyle bir mes’eleleri olmadığını söyleyip, sadece genci kendilerine vermesinde ısrar ederler. Kabileler arası bir çatışmaya sebep olmak istemediklerini de özellikle belirtirler.
Genci himayesine alan reis, teklifleri şiddetle reddeder ve genci teslim edemiyeceğini, tekrar tekrar kat’i bir lisanla ifade  eder. Bunun üzerine konak dışında olduğunu öğrendikleri oğlunu bulup getirirler. Eğer suçluyu vermezse, oğlunu gözleri önünde parça parça edeceklerini  kesin bir dille söylerler. Ve gerçekten de gencecik oğlunu, babasının karşısında lime lime ederek öldürürler! Konak sahibi bunu yapacaklarını bildiği hâlde, himayesine aldığı suçlu genci onların eline teslim etmez!
Nasıl bir irade, nasıl bir sabır, ne asîl bir davranış, nasıl bir sözünde duruş…İfade etmekte kalem âciz kalıyor. İşte bunun gibi mümtaz karakter sâhipleri, yakın bir gelecekte İslâm’ın ilk mümessilleri ve ilk kahraman gazi ve şehitleri olacaktır.
Câmiü’s-Sagîr’de  geçer. Tevekkeli boşuna dememiş Büyük Nebî: “Arab’ı üç şey için seviniz:
Ben Araptanım, Cennet lisanı ve Kur’an Arapçadır.”
Arab’ın mümeyyiz vasıflarından biri de çok kuvvetli hâfıza sâhibi olmasıdır. Çünkü ilerde; yüz binlerce hadîsleri virgülüne kadar ezberleyip bizlere ulaşmasında büyük bir hizmette bulunacaktır. 
İki Arap çölde yol almaktadır. Çöl monoton bir manzara arzettiği için, canları sıkılmasın diye satranç oynamak isterler. İkisi de deve üstündedir. Satranç tahtasını hayalen göz önüne getirirler. Lafzen karşılıklı hamle üstüne hamle yapmaya başlarlar! Hem kendi hamlelerini hem de birbirinin hamlesiyle daima değişen satranç tablosunu hayalen gözlerinin önünde tutarak oyunu sürdürürler! Böylece yolculuklarına heyecan katmış olup, seyahatlerini çekilir bir hâle getirmiş olurlar. 
Tabii Arab’ın, daha bunlar gibi bir çok üstün vasıf ve sıfatları vardır.
X
3 – Neden Arapça?
Gelelim İslâm’ın üstünde yükseldiği üçüncü temel olan Arapçaya: 
Allah’ın son Kelâmı Kur’an-ı Kerîm Arapça olarak  indirileceği için, Arapça safha safha gelişerek, dünyanın en büyük dili olmuştur.
Hakikaten Arapça kadar müstakarr, istikrarlı bir dil yoktur. Arapça, öğrenilmesi çok zor bir dil. Çünkü kaidesi çok. Arapça, öğrenilmesi çok kolay bir dil. Zira her şey kaideye raptedilmiş. Nasıl yazılacağı da, nasıl okunacağı da belli, kayıt kuyut altında. Meselâ: İngilizcede olduğu gibi “one” yazılıp “van” okunmaz. Fransızca gibi, söylenilenden fazla yazılmaz. Arap-Fars bölümünde okuyan bir öğrenci bir gün bana şöyle demişti: “Hocam şimdiye kadar 1800 Arapça kaide ezberledim. Hâlâ da ezberlemeye devam ediyorum!” Arapça öyle bir lisân ki, başka dilden kelime alırken bile, kendisi başkalaşmıyor, aldığı kelimeyi kendi kaidesine göre telaffuz edip, yazıyor. Yani başkalaşmıyor, başkalaştırıyor.
Arapça gramerindeki unsurların sayısız mânâlara delâlet etmelerinin en büyük göstergesi ise Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ı anlamak için asırlardır yapılan Sarf ve Nahiv / Gramer / Dilbilgisi tahlîllerinin haddi hesabı yok. Bütün bu ince, derin ve tefekkürî mânâ ve anlamları Arapça Grameri; ifade edebilmiş ve üstesinden gelebilmiştir. Yazılan yüz binlerce tefsir, bunun müşahhas ve somut birer delil ve kanıtıdır.
İşte Arapça -tabii Kureyş Arapçası- böyle bir dil. Nitekim, hazırlanan Arapça lügat ve sözlüklerden birine “Okyanus” ismi verildiği için itiraz edenler olmuştur. “Arapçanın ucu bucağı tespit edilemezken, sen nasıl olur da lügatının ismini ‘Okyanus’ koyarsın?” diye bu isme karşı çıkılmıştır.      
İşte Arapça, yüzyılların süzgecinden geçerek, daha doğrusu geçirilerek Allah’ın Kelâmını taşıyacak, onu ifade edebilecek bir düzeye çıkarılmıştır. Nitekim, Arapça Kur’an’ın yerini hiçbir tercüme ve çevirisi alamamakta, aynı fonksiyonu icra edememektedir. Kur’an tercüme, meal, tefsir ve açıklamalarından faydalanır, istifade ederiz. Ama onları asla Kur’an yerine koymayız koyamayız. 
Arapça, gelmiş geçmiş bütün dillerin odak noktasında. Eski çağlarda olup da anlaşılamayan kelimeler de bugünkü Arapçayla anlaşılır hale geliyor. Günümüzdeki anlaşılamayan kelimeler de, on beş asır önce müstakarr  yani oturmuş bir durum almış olan Arapçayla anlaşılır bir hâl alıyor.
Biraz dikkatle bakarsanız, Arapçanın hem bugünki  her  dildeki uzantılarını görebilir; hem de o dillerin geçmişteki hâllerinde yine Arapçanın dahlini bulabilirsiniz.
X
Çünkü: “Lisan-ı Arabta bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur.” (Mesnevî-i Nûriye)
Çünkü: “İbare-i Arabî daha ulvî ediyor tezkîri, hem ihtarı…İslâmın vahdanî  sîmasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabul etmez teksîri.” (Sözler)
Çünkü: “O cild hükmündeki lâfızları onlara kâfi geliyor ve mânâ vazîfesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lâfızlar ile, Kelamullah ve Tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.” (Mektubat)
Çünkü: Kur’an’ın  “Arabî aslını terketmek, dîni terk ettirmektir!” (Mektubat)
Çünkü: “Kur’an, lisan-ı belâgatın en yükseğine ve nezahetin şahikasına varır… o hâlde belâgat-ı Kur’aniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü Kur’an’ın bu belâgatı, vahşi kabîleleri medenî bir millet hâline getirmiş; dünyanın eski târihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir.” (Doktor City Youngest)
Çünkü: “Acaba kâinatta hangi tâbirat var ki, arş-ı âzamdan gelen Kur’an-ı Hakîm’in i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkîrlerine, teşvîklerine mukaabil gelebilsin!” (Sözler)
Çünkü: “Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’aniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki, kaabil-i tercüme değildir! Belki ‘muhâldir’ diyebilirim…tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir meâldir. Böyle meâl nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakîki mânâları nerede?” (Mektubat) 
X
Velhâsıl, İslâm’ın üç temel üzerinde yükseldiğini rahatça söyliyebiliriz.