Geçtiğimiz hafta, 15 Şubat 2013 Cumâ günü akşamı, Türkiye Yazarlar Birliği, İstanbul Şubesi’nin, İstanbul Cağaloğlu’ndaki merkezinde, (Kızlarağası Medresesi) Pek Muhterem Büyüğümüz, Abdullah Işıklar Ağabey için bir “SAYGI İÇTİMAI” tertip edildi. Akşam namazını müteâkiben, mümtaz şahsiyetlerin, 60 yıllık, 50 yıllık yakîn dostlarının katıldığı, çok samîmî ve sıcak bir atmosferde geçen toplantıda, Pek Muhterem Büyüğümüz, Abdullah Işıklar Ağabey, 1952’den i’tibâren, -ki, bu tarih Abdullah Işıklar Ağabey’in gazeteciliğe başladığı yıldır, ilk çalıştığı gazete de, Merhûm, Sultân’üş-Şuarâ, Mütefekkir ve Da’va adamı, Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı, günlük BÜYÜKDOĞU Gazetesi’ydi.- mücâdele yıllarından, hâtırat, hayatından kesitler sundu. Yenisabah Gazetesi’nden, 1950’li yılların sonlarında, 27 Mayıs 1960 İhtilâline kadar kendisinin çıkardığı, FETİH Gazetesi ile alakalı, hâtırattan bahsetti. Bu yıllar içerisinde karşılaştığı, tanıştığı, tanıma şerefine erdiği, ilim adam’larından, İslâm âlim’lerinden, büyük mutesavvıf’lardan bahsettiler. Kendine has uslubuyla öylesine güzel anlatıyordu ki, biz dinleyicileri teshîr etmiş, tık sesi bile çıkarmadan büyük bir hayranlıkla kendisini dinliyor, hayır, dinlemiyor seyrediyorduk... 
Burada söylenenleri uzun uzadıya vermeyeceğim. Abdullah Ağabey’in konuşmasının tam metni ve diğer konuşmalar, kendisi hakkında hazırlanmakta olan, Abdullah IşIklar Ağabey’e ithaf edilecek, kitapta yer alacaktır. 
Toplantı sonrası, Abdullah Işıklar’a ithaf edilmek üzere hazırlanan kitabın editörü, genç, bizlere Abdullah Işıklar Ağabey’in çıkardığı, FETİH Gazetesi’nin, 10 Ekim 1958 tarih ve 46. Sayfası’nın bir fotokopisini dağıttı. “FETİH”, tetkik ettiğimizde, FETİH başlığının altındaki slogan, “Hakkındır” tarzındadır. Gazete’nin vasfı, “siyâsette, fikirde, san’atta hak ölçülere bağlı, haftalık siyâsî, ebedî gazete”dir. Fetih Gazetesi’nin bu sayısının Manşeti, “Müslüman Türk’ün Mukaddes Kitabı’na Karşı Gayretli Taarruz!...”
Birinci sahife’de devrin Diyânet İşleri Başkanı, Merhûm Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun bir resmi, Merhûm Müfessir, Hasan Basri Çantay Hocamızın resmi ve “Gayret’leri Hüsrandır,” başlığı altında uzunca bir makalesi... 
FETİH Gazetesi’nin bu sayısı belli ki, zaman zaman, hortlayan, “Ezan Türkçe okunmalıdır, Kur’ân Türkçe okunmalıdır,” hezeyanlarına karşı, topyekün bir cevap olarak hazırlanmıştır. İç sahifelerde, devrin İstanbul Müftüsü, Büyük Âlim, Müfessir, Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri’nden uzunca bir iktibas, devrin Mushaf’ları İnceleme Kurulu Başkanı, Merhûm, H.Fikri Aksoy’un uzunca bir makalesi, Prof.Dr. Ali Fuat Başgil ve Prof.Dr. Ali Nihat Tarlan hoca’ların görüşleri, Merhum Ziya Nur’un manşet yazısı, tarihçi İsmail Hamî Danişmend’in uzunca bir makalesi yer alıyor. 
Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesinin bir mağduru olarak, Demokrat Parti’nin iktidarda olmasına rağmen, sözü edilen kanunun bir tatbikatı olarak, matbuatta “Allah!” diyenler hakkında, C.Savcıları’nın, senelere sârî ceza talebiyle da’va ikâme ettikleri bir devir’de, günün şartlarına göre zehir-zemberek, yazıların neşredildiği böyle bir gazeteyi çıkarmak, böyle bir gazetenin sorumluluğunu üzerine almak çok ciddî cesâret isterdi... 
Abdullah Işıklar Ağabey, konuşması sırasında anahtar bir cümle kullandı. 
“Korkma! Denildi”, “İnsan’lardan korkmayın, benden korkun. Âyet’lerimizi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide 5/44) 
“Eğer (gerçek) mü’minler iseniz, bilin ki, Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (Tevbe 9/13) “Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan ni’metimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.” (Bakara 2/150) 
“Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize ni’metimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (zarûret ölçüsünde haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır ve esirgeyicidir.” (Mâide 5/3)... 
Abdullah Ağabey’e, kimin “Korkma! Dediği” yukarıya aldığım ba’zı âyet’lerin meâllerinden anlaşılmaktadır. 
Toplantıda, asrımızın velûd şâir’lerinden, Değerli Büyüğümüz, Şâir Ayhan İnal Beyefendi, Abdullah Işıklar’a ithaf ettiği bir beytini ve Abdullah Işıklar Ağabey’in çok sevdiği bir başka şiirini okudu. Büyük alkış aldı. 
Abdullah Işıklar Ağabey’e ithaf ettiği şiir’inde, Abdullah Ağabey’in mekânı’na “Tekke” sıfatını vermiştir. Bu durumda, Abdullah Işıklar Ağabey’in Şeyh, Abdullah Işıklar İrfan Sofrasında bulunanların da mürîd olmaları gerekir ki, aslâ böyle bir durum yoktur. Filhakîka, Abdullah Ağabey, müteşeyyih olsaydı, yâni, diğerleri gibi, şeyh’lik taslasaydı, eminim ki, müteşeyyih’lerin, şeyh’lik taslayanların tamamının toplayabildikleri mürîd toplamından daha çok mürîd toplayabilirdi. 
Toplantıda, Fakir-i Pürtaksîrde kısa bir konuşma yaptım. Sevgili Peygamber’imiz, Muhammed-Mustafa salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimizin, “Herhangi birisi sizi yüzünüze karşı medh-u senâ ederse, yerden bir avuç toprak alın, onun yüzüne atın, saçın,” meâlindeki Hadis-i Şerif’i hatırlattım, “Keşke, Abdullah Ağabey burada bulunmasaydı da, kendisi hakkında rahat konuşabilseydim, bu Hadis-i Şerif’in mâsadakı olmamak için, uzun uzun konuşmayacağım, ancak Abdullah Işıklar bir umman, herkesi bu umman’a çeken bir cezbe, bir anafor var! Fikri, zikri ne olursa olsun, bu umman’da buluşur, Diyânet İşleri Başkanı da gelir, Enver Baytan da gelir, Zekeriyya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk de gelir... 
Abdullah Ağabey meclis’te hazır bulunmasaydı, daha neler neler söyleyebilirdim. 
- Abdullah Işıklar Ağabey, Anadolu insanına has asalet, sadakat, samîmiyet, cesâret, misâfirperverlik, diğergamlık, sehâvet gibi insânî ve İslâmî meziyetleriyle, İstanbul’un, nezâket, nezâhet, zarâfet ve belâgatini mezcetmiş, tam rafine, bir çelebi ve İstanbul Beyefendisi olmuştur. 
Mukaddes zaman ve mekân’ların isimlerini firmalarına isim vererek, bir parlayan, bir sönen, yalancı yıldızlar gibi, yıl içinde bir-kaç kere tabela değiştirip, piyasayı, aynı delikten def’alarca sokulmayı i’tiyad haline getirmiş Müslüman’ların def’alarca kandırıldığı, dolandırıldığı, Bâbıâli bataklığında, 1952’den beridir, firmaya tasfiye edene kadar, “Abdullah Işıklar”, adını, soyadını bir marka haline getirmiş. Bâbıâli semasına, İstanbul ve Anadolu sema’larına, çok yükseklere, neon ışıklarıyla yazdırmıştır. 
Artık Bâbıâlî’yi terketmiş gibi görünse de, bir zamanlar, ba’zı günlük gazete’lerin yayınlandığı, hâlâ da, ba’zı gazete’lerin yayınlamakta olduğu için, Küçük Bâbıâlî olarak vasıflandırılan, bir başka mübârek belde de, Sultan 2. Abdülhamîd ile özdeşleşen, Yıldız’a yakın, Cihan Pâdişah’ı, Kânûnî’nin süt kardeşi, Yahya Efendi’ye komşu bir tepe’de, bir yıldız gibi parlamaya devam ediyor. Bunca tercübeye rağmen, hâlâ, 1952’de Büyükdoğu’da başladığı muhabir’lik heyecanıyla, bizlerin bakıp da göremediğimiz, görüp de seçemediğimiz hususlarda, bizleri tahrik etmeye teşvik etmeye devam ediyor... 
MUZAFFER DOĞAN: 
Bir genç adam! Ama, herhangi bir adam değil, hele hele, adamın biri, bir adam, be adam, hiç değil, adam gibi bir adam. Şâir’ler Sultanı, Mütefekkir ve Da’va Adamı’nın hayal ettiği, da’vasını emânet etmek istediği genç adamlar’dan birisi, bir genç adam... 
Müslüman-Türk Efkâr-ı Umûmiyyesi, Muzaffer Doğan’ı, İstanbul, Bahçelievler İlçesi’ne, devrin Refah Partisi’nden, Belediye Başkanı seçildikten sonra tanıdı. Nev’i şahsına münhasır birisi, gözüpek, atak, mu’tadın dışına çıkıyor, zaman zaman, kanunların, nizamnâme’lerin, sıkıcı kalıbından taşıyor, kendi Belediye Meclisi’nden kararlar çıkartıyor, zaman zaman da, “Bu halk beni kendisine hizmet için seçti, hizmet için gerekirse kanunları, nizamları arkadan dolaşırım, beni seçen halkıma hizmet ederim,” diyor. 
Devrin, nîce Milliyetçi-Muhâfazakâr siyâsetçisi, kendilerine “Mürtecî”, yaftası yapıştırılır,” diye Üstad, Şâir’ler Sultanı, Mütefekkir ve Da’va Adamı, Necip Fazıl Kısakürek Merhûm’un ismini bile anmaktan kaçındıkları bir dönem’de, Muzaffer Doğan, Belediye Meclisi kararıyla, yanılmıyorsam, Belediye’nin yaptırdığı, Kültür Merkezi’ne veya bir başka te’sise “Necip Fazıl Kısakürek” adını vermiş, büyük bir gurur ve şerefle metreler eba’dındaki tabelâ’yı bina’nın böğrüne astırmıştı. 
Belediye Başkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra uzun bir müddet Gaybûbet-i Kübrâ’da kaldı. 
Hoca Merhûme sormuşlar, batan, gidip kaybolan Ay’ları ne yaparlar? 
- “Kırpıp yıldız haline getirirler,” buyurmuş... 
Belediye Başkanlığı’ndan ayrılanlar, aynı parti’nin veya yakın görüşteki bir başka partinin belediyelerinde, yüksek bir maaş’la bir yere yerleştirilirler. Tabiî ki, Muzaffer Doğan için böyle bir durum sözkonusu değil, filhakîka, Muzaffer Bey’e böylesi bir teklif yapılsaydı, elbette elinin tersiyle iter, hiç tereddüt etmeden, teklifi geri çevirirdi. 
Bu zaman zarfında, zaman zaman, Bâbıâli’de bir kitapçı’da, zaman zaman, Abdullah Işıklar İrfan Sofrasında karşılaşırdık. 
Nihâyet, Türkiye Yazarlar Birliği, İstanbul Şubesi’nin başına geçti. Ta’kip edebildiğim kadarıyla, Birlik, Muzaffer Doğan Bey’le birlikte hareketlenmiş, serî, Büyükdoğu Konferansları, muhtelif zevâtı anma toplantıları, son olarak Abdullah Işıklar’a Saygı Toplantısı... 
Muzaffer Doğan, bizim tanıyabildiğim kadar, gözünü budat’tan esirgemeyen, cesûr bir zât... Üstad, Şâir’ler Sultanı, Mütefekkir, Da’va Adamı, Necip Fazıl Kısakürek’in da’vasını emânet ettiği genç’lerden birisi... 
Ta’viz vermez bir Ehl-i Sünnet mensubu... 
Muzaffer Doğan Bey’in, başında bulunduğu kurum’un zemini iyi kullanılmalı, Yahûdî bezirgan gibi, herkesi memnun edecek tavırlara son verilmeli, sırf, ba’zı katılımcıları memnun etmek için, kadîm bir Yahûdî’lik öğretisi olan, Kabala’dan alınma, hurûfî’liği benimsemiş, Ebced hisabıyla, “İlmi yalnız Allah’ın indinde olan, Cenab-ı Hakk’ın, kıyâmetin ilmini neredeyse zâtım’dan bile gizleyecektim,” buyurduğu, kıyâmet gününe tarih bile veren, nîce kehânet’lerden bahsedenleri, Hadis Külliyatı başta olmak üzere, hiçbir sahih Ehl-i Sünnet kaynağında bulunmayan (hadis, siyer, tergîp ve tehdit için yazılmış mev’ize kitaplarında bile) bir Şî’î palavrası, sözde bir du’a’yı, tılısımı, davul tozu, minâre gölgesi gibi satan’ları ikaz etmeli, ısrar etmeleri halinde gerekirse teşhîr edilmelidir. 
Bu zemin’de, bundan sonra, Yüce İslâm Dini’ni, şirkin tâ kendisi olan, günümüz Hıristiyan ve Yahûdî’liğine peşkeş çekmeye çalışan, diyalog’culara söz hakkı verilmemelidir. 
Azîz Milletimiz, İslâmı kabûlünden i’tibâren, Ehl-i Sünnet Akidesi üzerinde olagelmiştir. Bugünkü devletimiz de, Ehl-i Sünnet Akidesi üzerine oturtulmuştur. Bu bakımdan, “Ellâ Mezhebiyye” mezhebinin, yâni mezhepsizler mezhebinin mensuplarına da bu zemin’de yer verilmemelidir... 
Hudeybiye Muhadesi’nin hazırlanması sırasında anlaşmayı yazmakta olan, Haz.Ali Kerreme’allâhu Vechehû Efendimiz, muahade tarafları olarak, “bir taraf’tan Muhammedün Resûlüllah, diğer taraftan, Mekke müşrik’lerinin murahhası, Süheyl b. Amr,” diye yazınca, Süheyl b.Amr, i’tiraz etti. “Biz Muhammed’in Resûl olduğunu kabul etseydik, zâten böyle bir muahade’ye ihtiyaç yoktu.” dedi. Resûl-i Ekrem Süheyl b.Amr’ı haklı buldu. Haz.Ali’ye, “Yâ Ali! Resûlüllah cümlesini karala!” dedi. Haz.Ali, “Allah’a yemin ederim ki, parmaklarımı kırar, bu metinden Resûlüllah! kelimesini çıkartmam,” dedi. Diğer sahabî’ler de aynı fikirdeydiler. Haz.Alî’nin ve diğer genç sahâbî’lerin bu tavırları, Resûlüllah’a isyan değil, Salâbet-i Diniyye’lerini ortaya koymaktı. Ben, Muzaffer Doğan’da böylesine bir Salâbet-i Diniyye görüyorum...