Osmanlı’nın teokratik yapısı nedeni ile resim ve heykel sanatına karşı olduğunu savunan “Osmanlı Severlere” ve “Osmanlı sevmezlere” iki çift afım var. İki tarafta yanılıyor. Nasıl mı? İşte ispatı. Osmanlı’da ilk heykel sanatını halka tanıtan Damat İbrahim Paşa - yani nam-i değer Makbul İbrahim başka bir deyişle “Pargalı” öldükten sonra ise “Maktul” - olmuştur. Yine Osmanlı’nın İkinci halifesi Padişah Kanuni Sultan Süleyman’da bu sanata hoş görü ile ses çıkarmamıştır. Kanuni’de biliyordu ki, büyük büyük dedesi Fatih de birebir kendi portresini yaptırmıştı. Sadrazam İbrahim Paşa’nın daha büyük bir erk sahibi olduğu hatta adeta “padişah havalarında” olduğu günlerden sonra dikilmiştir. Ama bütün İstanbul halkı bir yana bu olay başta Anadolu olmak üzere Rumeli’ye kadar bu olay gizliden gizliye eleştirildi. İbrahim Paşa’nın yapmış olduğu bu olaya en açık şekilde dile getiren Şair Figani olmuştur. Figani dikilen bu heykellere karşı olduğunu şu beyitlerle dile getirmiştir:
Dü İbrâhim âmed be-rûy-i cihân. Yekî büt şiken şüd diger büt nişân.
Yani;  Dünyaya iki İbrahim geldi: Bir İbrahim geldi yıktı putu, Bir İbrahim geldi dikti putu.
Burada putları yıkan İbrahim, tahmin edileceği gibi Hz. İbrahim. Putları diken ise Sadrazam İbrahim Paşa; nam-ı diğer Pargalı İbrahim’dir. Peki, nedir bu beyitin aslı astarı? Sadrazam İbrahim Paşa, Mohaç seferinden dönülürken Macar krallığının hazinesinden “ganimet” misali “üç güzeller” adını taşıyan Apollon, Herkül ve Diana adlarındaki heykelleri getirmiştir. Hatta bu heykelleri getirdiği için İbrahim Paşa’ya “Frenk” lakabı takılmıştır. İte bu heykeller günümüzde Sultanahmet Meydanı olarak bilinen At meydanına dikilmiştir. O dönemde İslamiyet’te heykel faktörü put olarak nitelendiriliyordu ve dolayısıyla rahatsızlık yaratan bir durumdu. Bu rahatsızlığı dile getirmek isteyen Figani de bahsi geçen beyitini yazmıştır. Ve ne yazık ki bu beyitinden dolayı şair infaz edilmiştir. Osmanlı halkı ise uzun süre At meydanında dikili duran bu heykellerin “taş kesilmiş insanlar” olduğunu düşünerek heykellere Gelin kız, kral kızı, taş bebek gibi isimler yakıştırarak hikâyelerle çeşitli efsanelerin çıkmasına neden olmuşlardır.
Sultan Abdülmecit’in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz Han’a İngiliz baskıları devam etti. Lâkin donanma ve denizciliğe çok önem veren Abdülaziz Han, 19 Mart 1866’da yayınladığı fermanla kanala izin vererek projeyi tasdik etti. Bununla da kalmayıp, Mısır’ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça yüklü paralar yatırdı. Said Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında 1854’de yapılan anlaşma maddelerinde, bir de heykel projesi vardı. Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açılan sahillerinde bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev bir kadın heykeli. Bu heykel, hem Osmanlı’yı hem Mısır’ı temsil edecekti. Bu yüzden Mısır’ı temsilen firavunlar dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelinin başında, 7 iklimin padişahı olan Osmanlı Sultanını temsilen 7 kıta ve 7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı. Elinde de, “Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini simgeleyen bir meşale” tutacaktı. Sultan Abdülaziz Han, heykelin yüzünün batıya dönük olmasını istedi. Zira elindeki ışığı doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın, doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini istiyordu padişah. Heykelin parası da bizzat Sultan Abdülaziz Han tarafından ödendi. Sipariş, Fransa’nın meşhur heykeltıraşlarından Frederic Auguste Bartholdi’ye verildi. Frederic Bartholdi, Fransa’daki atölyesinde çalışmalara başladı. Heykelin bakır ve çelikten oluşan iskeletini ve mühendislikle alâkalı kısımlarını, Paris’teki kendi adıyla anılan kuleyi yapan Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı. Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer’in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik yaptı. 
Lâkin Said Paşa’nın ölümünden sonra yerine vali olan İsmail Paşa, bu heykelin, Müslüman Mısır halkı arasında hoşnutsuzluğa sebebiyet vereceğini söyleyerek Mühendis Ferdinand de Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendisin, İsmail Paşa’yı ikna çalışmaları fayda vermedi. Nihayet 1854 Kasımında yapımına başlanılan Süveyş Kanalı’nın 1869 Kasım’ında açılışı yapıldı. Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insanın katılımıyla oldukça görkemli fakat heykelsiz bir açılış oldu. Heykel Fransa’da kaldı. 
Bartholdi’nin bu muhteşem eseri, Fransa’daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye başladı. O yıllar, Amerika ile Fransa’nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı hediyeleşmeler sırasında Paris’te kurulan Fransız - Amerikan dostluk grubunun başkanı Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye’den, Fransız hükümetine bir teklif geldi: Amerika’ya devasa bir heykel hediye edilsin. İkna edilen Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi’yi görevlendirdi. Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı. Fransa Hükümetinin istediği heykel, Mısır için hazırlanan heykele benzerlik arz ediyordu. Elindeki meşaleye kadar, Fransa tarafından istenen heykel, Abdülaziz Han için hazırlanan heykelin aynısıydı. Sadece heykelin iki yerinde değişiklik yapmak gerekiyordu: Sol elinde ve yüzünde. Zira Fransa hükümetinden gelen talimata göre heykel, sol elinde “hukuku temsilen bir kitap” tutacak, sağ elinde de, “Dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü bir meşale” olacaktı. Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirdi ve annesi Charlotte’nin yüzünü işledi. Yapımından 1 yıl sonra da heykeli 350 parçaya bölerek, İsere adındaki bir Fransız gemisiyle Amerika’ya taşıdı. Newyork Limanı’ndaki adalardan birine, daha önce görmeye geldiği Özgürlük Adası’na, kaidesini Richard Morris Hunt’un hazırladığı yere, 4 ay içinde monte etti. Ve 28 Ekim 1886’da açılışını bizzat kendisi yaptı. Şimdilerde, yüksekliği 46 m (kaidesiyle beraber 93 m) olan heykelin içinden, meşaleye kadar 168 basamaklı bir merdivenle çıkılıp, meşalenin etrafındaki dehlizden Newyork ve Manhattan limanı seyredilebiliyor. Sol elindeki kitap üzerinde ise Bağımsızlık Bildirgesi’nin ve Amerika’nın kuruluşunun tarihi 4 Temmuz 1776 yazıyor. Özgürlük Heykeli, Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle Amerika’ya hediye edildi. 1886’ dan beri de Amerika’nın Newyork adalarından birinde bulunuyor. Ve yüzü, Sultan Abdülaziz Han’ın isteğinin tam aksine doğuya bakıyor.
Ayrıca, XIX. yy’ da, batıya yaptığı gezilerde kralların heykellerini gören Sultan Abdülaziz, 1871’de C. F. Fuller adlı sanatçıya, at üstünde bir heykelini yaptırmıştır. İlk kez Beylerbeyi Sarayı’na konulan heykelin döküm işi, Viyana’da gerçekleştirilmiştir. İlk heykel olmak kolay değildi; bu heykelin başına gelmeyen kalmadı: Fuller heykeli Floransa’da tamamladı; heykelin bronz dökümünü ise Miller Münih’te yaptı. Anlatılanlara göre, Pertevniyal Valide Sultan heykeli gemiden attırmak istedi ama başarılı olamadı! Heykel, tepkiden çekinip halkın pek göremeyeceği bir yere saray duvarları ardına saklandı. Yani şehir meydanına filan konmadı. Sonra… Abdülaziz darbeyle tahtan indirilince heykel, bulunduğu Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’nın mahzenini boyladı. 1922’de sanata meraklı Halife Abdülmecit, resim atölyesi olarak kullandığı Bağlarbaşı’ndaki Mecit Efendi Köşkü’ne götürdü. 2 yıl sonra 1924’de heykel artık müze olan Topkapı Sarayı’na tekrar getirildi. Şu an ise ilk yeri olan Beylerbeyi Sarayı Müzesi’ndedir. XIX. yy’ da; mimarlığını özellikle Ermeni Balyan ailesinin yaptığı saray ve köşk yapılarının bahçelerini süslemek üzere, Avrupa’dan aslan, boğa, geyik ve benzeri hayvan heykelleri getirilmiştir.
Gördüğünüz gibi; tüm dünyanın Amerika’ya ait olduğunu zannettiği “Özgürlük heykeli,” esasen Osmanlı’ya aittir. Bedeli Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han tarafından peşinen ödenmiş ve Mısır’ın Port Said Limanı’na dikilmek üzere yapılmıştı. Ama yukarıdaki anlatılan sebepler dolaysıyla bir türlü planlandığı yere dikilememişti. Dahası Osmanlı’da bütün yeniliklere üst düzey yöneticiler Makbul İbrahim’in heykel anlayışına, Osmanlı’nın İkinci halifesi Padişah Kanuni Sultan Süleyman’da bu sanata hiç karmamış ve hoşgörü ile bakmıştır. Çünkü Kanuni’de biliyordu ki, büyük büyük dedesi Fatih de resim ve heykel yasağı tabusunu yıkmıştı. Yani birebir kendi portresini yaptırmıştı. Yine Osmanlı’nın yirmi dördüncü halifesi ise bizatihi kendi heykelini yaptırarak “sanatsever” cennet mekân Fatih Sultan Mehmet’in izinde yürümüştür. Beyler ve bayanlar unutulmaması gereken en önemli gerçeği son cümle olarak söylüyorum. Dünya’daki büyük İhtilallara bir bakalım, Fransız ihtilalı olsun, Rus İhtilalı olsun halkın zorlamasıyla olmuştur. Yani yapılması gerek yenilikleri halk “yönetime” kabul ettirmek istemiştir. Osmanlı’ya bakın ki; aleyhte söylemlerin aksine padişahların çoğu aydın düşünceli oldukları için halkın menfaati doğrultusunda yenilikleri “halka” kendileri sunmuştur. İnanın “Cumhuriyet döneminde de bu böyle olmuştur. Ne yazı ki; her iki döneminde de makam, mevki ve menfaatleri elden gidenler yapılan yeniliklere karşı çıkmışlardır. Siyasi ve kültürel gözle bakarsak gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet baba evlat gibidir. Sakın kimse babayı evlatta ayırmaya kalkmasın. Bırakalım “Osmanlı-Cumhuriyet yarışını” ve Türk büyüklerini kötülemeyi de kalkınmış ülkeler arasında yer almak için neler yapmalıyız, ona bakalım. Sonuçta “Osmanlı’da bizim, Cumhuriyette bizimdir.”